Dünya ve İslam Dergisi - Sayı: 1 - Kış 1990 Kitap Değerlendirmeleri Asaf Hüseyin tarafından DÜNYA VE İSLAM DERGİSİNDE kaleme alınan 1990 yılından bu günümüze bakan bir bakış ve geniş bir analiz yazısı... İslam coğrafyasına ilgi duyanlar için okumanızı tavsiye ederim... Yirminci Yüzyılda İslami Uyanış Asaf Hüseyin İslam tarihinde, yirminci yüzyıl bir dönüm noktası olarak anılacak. Önemi, İslam'ın yitiriliş ve yeniden kazanılışının aynı yüzyılda gerçekleşmesinde yatıyor. Birinci Dünya Savaşı ertesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupalı sömürgeci güçlerce kapanın elinde kalmacasına bir toprak yağmasına uğratılmasının ardından, 1924 yılında, Hilafet, modern Türkiye devletinin kurucusu laik bir müslüman' olan Kemal Atatürk tarafından ortadan kaldırıldı. Bu son imparatorluğu ile birlikte İslam'ın son sayfalarının da çevrildiği izlenimi artık hem Müslümanlar, hem de Batılı güçlerce paylaşılmaya başlanmıştı. Fakat, aradan çok geçmeden İran, bir İslam Cumhuriyeti olarak belirdi ve ortaya çıkışıyla birlikte son iki yüzyıldır pek -daha doğrusu hiç- görülmeyen bir tarzda global İslami uyanışı doğurdu. Ayetullah Humeyni'nin iktidara yürüyüşü ve İslam Devleti olgusu diğer Müslüman halklar nazarında oluşturduğu örnek açısından yerli idarecilere korku saldı. Uluslararası siyaset arenasında da, iki hakim süpergüç kendilerini aşağılanmış bir pozisyonda buldular. Nüfuz bölgelerindeki bağımlı rejimlerine olduğu kadar, kendi evrensel çıkarlarına da yönelen bir tehdit ile karşı karşıya idiler. Batılı gazetecilerce İran olayını tanımlamak için yeni bir jargon (özel dil) icat edildi ve rastgele kullanıldı. İslamî 'diriliş', 'fundamentalizm', 'kimliğin öne çıkışı', ve 'canlanış' gibi kalıplara bolca rastlanmaktaydı. Tüm bu kalıpların ortak varsayımı ise, evvelce ölmüş bir şeyin hayata yeniden dönüşünü içermeğiydi, İslam'ın anlaşılmasında külli bir cehalet sergilenmekteydi. İslam Cumhuriyetinin ortaya çıkışı Batılı akademik teorisyenler arasında bir kafa karışıklığına yol açtı. O zamana dek, sosyal ve siyasal bilimciler kendi alan araştırmalarından türettikleri bir ilke üzerinde görüş birliği içindeydiler: "Modernizasyon' ilkesi. Modernizasyon teorisi, hangi toplumda olursa olsun, tüm geleneksel güçlerin doğası gereği geri ve geriye dönük olduğunu, bunların 'ekonomik' ve 'sosyal' kalkınma olarak tanımlanan ilerleme yolunda engeller oluşturduğunu ileri sürmekteydi. Eğer azgelişmiş ülkeler modernleşme yolunda sürekli ileriye doğru adımlar atarsa geleneksel güçler ve engeller aşılabilirdi. Realite de, bu teorinin tezahür biçimi, bir devletin 'ekonomik' kalkınmasının Batılı kapitalist ekonomilere entgere olması ve 'siyasal* kalkınmasının da Batılı siyasal sistemlerin model alınması şeklinde gerçekleşiyordu. Modernizasyon teorisine göre en önemli engeli, özellikle Müslüman ülkelerde, dinin geleneksel gücü teşkil ediyordu. İran İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu bu noktada modernizasyon teorisinin temellerini sarstı, çünkü geleneksel bir güç devlet kurmuştu. Şu halde bu devlet ileriye mi, yoksa geriye mi dönüktü? Eğer ileriye dönük ise, hangi yöne doğru idi? Ayrıca bu ayaklanmanın nedeni bizatihi hızlı modernleşmenin kendisi mi idi? Diğer Müslüman ülkelerde de benzer devrimlerin tekrarlanması söz konusu muydu? İslam Dünyasında Siyasal Tansiyonun Yükselişi İran İslam Cumhuriyeti'nin doğuşu beş önemli faktör ortaya çıkardı. İlk olarak, İslam Dünyası'nda asırlardır görülmeyen bir biçimde, Müslüman bir toplumda İslam'dan kaynaklanan bir devrim meydana geliyordu. Üçüncü dünyada gerçekleşen devrimlerde genellikle ya 1917 Bolşevik Devrimi, ya Mao Zedung önder liginde Çin'de ya da Fidel Castro'nun önderliğinde Küba'da gerçeklesen devrimler model alınmaktaydı. İkinci olarak, İran İslam Devrimi siyasal bir olaydı. Eğer İslam'a doğru bir yakınlık, bir eğilim veya arzu canlılığım koruyor olmasaydı, hem aydınların hem de kitlelerin birlikte siyasal seferberliği (mobilizasyonu) başarılamazdı. Öyleyse, Müslüman toplumların siyasal kültürü nasıl açıklanacak? Modernleşmenin çoğunluk tarafından reddedilmiş ve kaçınılmışken, yalnızca Batılılaşmış Müslüman elitler İle sınırlı kaldığı olgusu doğru değil midir? Üçüncü olarak, İran İslam Devrimi, İslam'ın kökeni ve merkezi olarak kabul edilen bir Suudi Arabistan'da değil de, İslam Dünyasının bir çevre ülkesinde ortaya çıkmıştır. Burada merkeze doğru yayılmasının söz konusu olup olmayacağı sorusu gündeme gelmektedir. Böyle bir yayılmanın çok ciddi uluslararası yankılara yol açabileceği tartışılmaz. Suudi Arabistan uzunca bir süredir Körfez'de Amerika güdümünde bir devlet konumunda ve 1979'dan önce de Amerika'nın Körfez politikasının iki temel sütunundan biri olarak değerlendirilmekteydi. Diğer sütunu ise Şah'ın İran'ı oluşturmaktaydı. Monarşilerden birinin sökülüp atılması diğerinin aşırı bir hassasiyet içine girmesine neden oldu. İslam'ın merkezinde olarak, Suudi Arabistan fitili daha çok ülkedeki mevcut ekonomik koşullar tarafından tutuşturulmuş bir dinamit fıçısının üstünde duruyor görünümünde. Milyonlarca petro-dolar petrol devletlerinin kasalarına dökülmesine rağmen, izlenen ekonomik politika sonucunda zenginler daha da zenginleşirken, fakirler çok kısıtlı ölçüde yararlanmaktadırlar. Arap petrol devletlerinin vatandaşlarına sağladığı ücretsiz eğitim, vergisiz gelir ve ücretsiz sağlık hizmetlerine rağmen, hayat tarzları ve sınırsız tüketimleriyle zenginler ile fakir vatandaşların hayat tarzı arasında dramatik bir uçurum doğuran sınıfsal bir yapı ortaya çıkmıştır. Dördüncü olarak, İran devrimi Müslüman toplulukların Batılılaşmış yönetici elitlerini sarsıntıya uğratacak şok dalgalarına neden oldu. Dinin siyasetten ayrı olması gerektiğine halkı ikna etmek için laiklik vurgulanıyor ve siyasal meşruiyetin ancak laik ideolojik platformlar temelinde seçimler yoluyla kazanılabileceği varsayılıyordu. Fakat İslam devrimi, İslami meşruiyet olmazsa tüm laik yönetici elitlerin iktidarlarının güvenliksiz olduğunu gösterdi. Son olarak, İslam devriminin etkisi yalnızca İslam dünyasının iç iktidar yapıları ile sınırlı kalmamış, aynı zamanda İslam topraklarında Batı'nın nüfuz alanlarına da bir tehdit oluşturmuştur. Müslüman ülkeler arasında İslami siyasi bir meşruiyet gereksiniminin doğduğu noktada, bu devletlerin her birinde Batının siyasal nüfuz alanlarını tehdit ve tüketici pazarı ve yatırımlar açısından Batı'nın ekonomik kayıplarla karşılaşmasını getirecek olan devrimlerin ve çatışmaların olması kaçınılmazdır. İslami devrim dalgasının Önüne set çekmek için yerli yöneticiler ve Batılı müttefiklerince üç önemli adım atıldı, ilk olarak, tüm İslami grupları kontrol altına almak için karşı tedbirler alındı. Herhangi bir İslami grubun siyasallaştığına ilişkin en küçük bir şüpheyi, grubun ezilmesi, yasaklanması, üyelerinin tutuklanması, hapsedilmesi, işkence ve infazlar izledi. Örnek vermek gerekirse Mısır'da, Türkiye'de, Endonezya'da, devrim öncesi İran'da, Suriye'de, Tunus'ta bunlar yaşanmıştır. Yalnızca zengin ve fakir arasında ekonomik bir uçurum değil, aynı zamanda yöneticiler ve yönetilenler arasında dini bir uçurumun olduğunu çok iyi bilen yönetici elitlerin hüküm sürdüğü bu ülkelerde devlet baskısı ve terörü had safhaya ulaşmıştır. İkinci olarak, İslam tehlikesini karşılamak için, bu bağımlı devletler süper-güçlerle aralarındaki ilişkileri daha bir güçlendirmiştir. Örneğin, Afganistan'da, Marksist rejim, rejimi ortadan kaldırmak için mücadele eden mücahid güçlere karşı, Sovyetlerle çok yönlü askeri ilişkilere girmiştir. Mısır, Endonezya, İran, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri de ABD ile işbirliğini arttırmışlardır. Amerika açısından, kendine bağımlı bir ülkenin hamisi olarak, siyasal güvenilirliğinin test edildiği durumlar da olmuştur. İran'da, 1953 yılında, Başbakan Musaddık'ın ulusal güçleri monarşiye karşı bir tehdit oluşturunca, CIA monarşiyi korumak için başarılı bir askeri darbe kotarmıştır. Bununla birlikte, 1979 yılında, İslam devrimi karşısında aynı başarıyı tekrarlayamamıştır. Bu noktada, Suudi monarşisinin güvenliğinin nasıl sağlanacağı sorusu ortaya çıkmaktadır. Bunun için, Başkan Carter ve halefi Başkan Reagan tarafından sürekli destek sözleri verilmiş ve Amerika'nın İslami güçlerin rejimi devirmesine göz yummayacağı konusunda Suudi monarşisini temin etmek için askeri işbirliği arttırılmıştır. Üçüncü olarak, 'İslamîzasyon' kılıfı altında İslam'ın çarpıtılmış bir biçimi propaganda edilmiştir. İslamizasyon yönetici sınıfın İslami görünmesini sağlayan bir göz boyama biçimidir. Bu farklı biçimin iki ayırıcı özelliği vardır: pasifîst ve törensel (ritüalistik) bir İslam. Pasifist yön ile dinîn siyasetten ayrılığı vurgulanırken, törensel yön ile İslam, beş şartın (kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekat) yerine getirilmesine indirgenmektedir. Amaç sessiz bir biçimde bunların tatbik edilmesi ve soru sorulmamasını sağlamaktır. Böylelikle tüm bu şartlar amaca giden bir yol olmaktan çıkarılarak, kendi içinde bir amaç haline getirilir. İslamizasyonun, uygulama biçimi ile, Orta Doğu'daki (Suudi Arabistan, Mısır), Güney Asya'daki (Pakistan, Bengaldeş), Güneydoğu Asya'daki (Endonezya, Malezya) ve Kuzey Afrika'daki (Tunus, Cezayir, Libya, Fas) Müslüman ülkelerde laikleştirme (sekülarizasyon) sürecinin yerine ikame edildiği görüntüsü verildi. Fakat İslamizasyon gerçekçi bakış ile çelişmekteydi. İslamizasyon süreci bütüncüllükten uzak ve özünde ıslahatçı (reformative) idi. Köktenci bir dönüşümden çok, görüntüsel İslami değişikliklerle uğraşılıyor ve İslami gruplar pasifize edilirken, devlete ve hakim rejime İslami meşruiyet sağlama amacı güdülüyordu. Hem Enver Sedat'ın, hem de halefi Hüsnü Mübarek'in bir yandan İslami gruplara ulufeler dağıtırken, öte yandan anayasal değişiklikler yaptığı Mısır'da bunun örnekleri görülebilir. Yine Suudi Arabistan'da Melik Fnhd isminden 'majesteleri' unvanını atarken, 'Hadim-ul Harameyn' unvanını kullanmaya başlıyordu. Pakistan ve Endonezya'nın her ikisi de îslami görünmek uğruna, İslami gruplara ayrıcalıklar tanıdılar. Fakat bu ülkelerin tümünde siyasal iktidar laik, Batılılaşmış yönetici sınıfların ellerinde kaldı. Hemen hepsinde yöneticiler kendilerini destekleyecek ulemayı veya aynı işlevi görecek organları belirlediler ve Rabıtat-ul-Alemil İslami (Dünya İslam Birliği) ve Pakistan İslami ideoloji Konseyi gibi kulağa hoş gelen isimlerle kurumlar oluşturdular. Yabancılaşmış ve Gerçekçi (Hakiki) İslami Bakış Açıları Müslüman ülkelerin genel ahvalinin de çok açık bir biçimde ortaya koyabileceği gibi, realite İslam değil, halkın duyarlılığının önüne geçmek için İslami görüntü vermeye çalışılan bir süreç olan İslamizasyondur. Peki, öyleyse İslam'ın gerçek özü nedir? Aşağıda üzerinde duracak olduğumuz altı boyut yabancılaşmış ve gerçekçi İslami bakış açılan (perspektifleri) arasındaki farkı ortaya koyacaktır. Aşağıdaki tablo İslam'ın anahtar kavramları ve İslam tarihinin önemli olayları zemininde yabancılaşmış ve gerçekçi bakış açılarını karşılaştırmaktadır, fakat belirtilmesi gerekir ki, burada sözü edilen altı boyut farklılıkları göstermek için seçilmiş tekil örneklerdir. Aslında İslami her bir kavrama kimin bakış açısından ve hangi amaçla değerlendirildiğine bağlı olarak bu iki bakış açısından biriyle yaklaşılabilir. İlk olarak 'yabancılaşmış' ve 'gerçekçi' diye tanımladığımız kavramsal kategorilerin açıklanması yerinde olur. Yabancılaşma (alinasyon), bir şeyden uzaklaşmış, soğutulmuş veya kendilerini herhangi bir şey ifade etmeyen anlamsız bir dünya ile karşı karşıya bulan insanlar için kullanılan sosyolojik bir kavramdır. Burada yabancılaşma kavramı, gerçek anlamı ya görmezden gelinmiş, ya kısmen açıklanmış ve yahutta bir başka anlam yüklenerek tahrif edilmiş olan İslam'dan uzaklaşmayı ifade etmektedir. İktidarın ve servetin kendileri için İslam'dan daha değerli olduğu Beni Ümeyye döneminden beri Müslümanlar tüm bu üç hali de yaşamışlardır, iktidarlar kendi tahrifatlarını meşrulaştıracak ve aklileştirecek ulemaya sahip olmuşlardır. Benzer şekilde, kendi efendilerinin İslam dünyasında kurduğu sömürge imparatorluklarını korumak için İslam hakkında uzmanlaşan oryantalistler tarafından da kendi amaçlarına uygun bir İslam'ın yaygınlaşmasını sağlayacak şekilde bir literatür oluşturulmuştur. İktidar ve servetleri noktasında mevcut statükoyu sürdürebilmek için materyalizm, ateizm, marksizm veya sosyalizm gibi laik ideolojilere bağlılık zemininde değişik konumlarda bulunan, İslam dünyasının laik yöneticileri de yabancılaştırılmıştır. Bununla birlikte, İslam'a yabancılaşmalarına rağmen bu yöneticiler bunu açıkça ortaya koyacak kadar cesur değildirler. Bu nedenle, Afganistan'ın Marksist yöneticileri dahi halkın gözünde gayri İslami görünmeyi göze alamamaktadırlar. Burada kullandığımız gerçekçi bakış açısı kavramının realist felsefi doktrin ile bir ilişkisi yoktur, fakat İslami kavramların, kişilerin, olgu ve olayların ördüğü İslam'ın hakiki, gerçek özüne bir atıftır. Bu kavramlar Tevhid ve Cihaddır; kişi, Allah'ın Rasulü olarak davranan ve kendisine gelen vahiyler Kur'an'da toplanmış Hz. Muhammed (s)'in kendisidir. Tarihsel olaylar, vahyi mesajı izleyerek, daha sonra Raşid Halifeler tarafından yönetilecek olan İslam devletinin kurulması ve İslam devleti-sonrası dönemde yaşanan acı bir imtihan olan Kerbela trajedisidir. Tevhid gibi, İslam'ın Ön plana çıkardığı bir çok kavram arasında en önemlilerinden biri de Cihaddır. Bu kavram yalnızca Beş Şartı vurgulamakla yetinen yabancılaşmış bakış açısı tarafından unutulmaya terk edilmiştir. Diğer bir ifade ile, Kur'an'ın Ön plana çıkarılan yönleri ile belli amaçlar gözetilmiş, öte yandan siyasal içeriği olan yönleri ise atlanmıştır. Tablo İslam Hakkında Yabancılaşmış ve Gerçekçi Bakış açıları
|