Büyük İslâm alimlerinden ve evliyanın en meşhûrlarından. Peygamber efendimizin aziz torunlarından olup sayılamayıcak kadar keramet, menkıbe ve fevkalade halleri günümüze kadar gelmiş gönüllerde yer etmiş ve tevatür halini almıştır. Hem seyyid hem şerîftir. Künyesi Ebu Muhammed olup, lakabı; Muhyiddin, Gavs-ul-azam, Kutb-i Rabbânî, Sultan-ı evliya. Kutb-i azamdır. 1077 (H. 471) senesinde İranın Geylan şehrinde doğdu Bu sebeple Geylanî denildi. 1166 (H. 561) senesinde 91 yaşında iken Bağdadda vefat etti. Türbesi Bağdadda olup, ziyaret mahallidir. Babası Ebu Salih Mûsâ bin Abdullah Cengi Dost, annesi Fatıma binti Ebu Abdullah Seyyidedir. Umm-ul-Hayr, Amine-t-ül-Hayr lakabları vardır. Babası, hazret-i Hasenin oğlu olan Hasen-i Musennanın oğlu Abdullahın soyundandır. Abdullahın annesi ise, hazret-i Huseynin kızı Fatımadır. Baba ve ana tarafından Peygamber efendimizin torunudur. Annesi ve babası evliyadan idiler.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri doğmadan önce. Bağdaddaki alimler ve veliler doğacağını müjdelemişlerdi. Babası, oğlunun doğumundan önce, rüyasında Peygamber efendimizi, Eshab-ı kiramdan ve evliyadan bazılarını gördü. Peygamber efendimiz; Ya Eba Salih! Allahü teâlâ bu gece, sana kamil bir erkek evlad ihsan etti. O benim evladımdandır. Derecesi ve sani başkalarına göre çok üstün ve yüksek olacak buyurarak müjde verdi. Annesi şöyle anlatmıştır: Oğlum Abdülkadir doğduğunda, Ramazan-ı şerîf başlamıştı. Birinci gün, imsak vaktinden güneş batıncaya kadar süt emmedi. Bu hali, Ramazan-ı şerîf boyunca devam etti. Bu aya hürmet ettiğini ve oruç tuttuğunu anladım. İkinci sene, Şaban ayının son günlerinde hava oldukça bulutlu geçmişti. İnsanlar hilali göremedikleri için, Ramazan-ı şerîfin girip girmediğini tesbit edememişlerdi. Abdülkadirin, Ramazan-ı şerîfde süt emmediğini bilenlere, o gün imsakdan sonra süt emmediğini söyledim. Böylece Ramazan-ı şerîfin başladığı anlaşıldı.
Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, ilim tahsiline doğduğu yer olan Geylanda başladı. Küçük yaşta Kurân-ı kerîmi ezberledi. 1096 (H. 488) yılında on sekiz yaşında iken Bağdada gidîp, zamanın meşhûr alimlerinden ilim tahsiline devam etti.
Bağdada tahsîl için gidişini, kendisi şöyle anlatmıştır: Genç idim. Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim. Öküzlerden birinin kuyruğuna yapışmış bir halde arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve bana dönerek; Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın. dedi. Korktum, geri döndüm. Anneme; Beni, Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdada gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı ziyaret edeyim dedim. Annem sebebini sorunca, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını da koltuğumun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyerek, hiç yalan söylemeyeceğime dair benden söz aldı. Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için senden ayrıldım. Kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem dedi. Nihayet Bağdada giden küçük bir kafile ile yola çıktım. Hemedanı geçince, altmış atlı eşkiya yolumuzu kesip, kafilemizi bastı ve kervanı soydular. Şakilerden biri benim yanıma gelerek; Ey fakir! Senin bir şeyin yok mu? dedi. Yalan söylemek istemediğimden; Kırk altınım var dedim. Nerededir? deyince, koltuğumun altında dikili olduğunu söyledim. Alay ettiğimi sanarak bırakıp gitti. Birisi daha geldi. Aynı şeyleri o da sordu ve verdiğim cevaplar karşısında bırakıp gitti. İkisi birden reislerine varipdurumu anlatınca, beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına vardığımda; Altının var mı? deyince, kırk altınım olduğunu söyledim. Koltuğumun altını sökmelerini emredince, söküp altınları çıkardılar. Sonra; Neden böyle söyledin? dediler. Annem, ne olursa olsun doğru söylememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. İhanet edemem diye cevap verdim. Eşkiya reîsi, sözlerim karşısında ağlamaya başladı ve; Bunca senedir beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözde durmadım dedi. Tövbe edip, eşkiyalığı bıraktığını söyledi. Bu durum karşısında yanındakiler; İnsanları soymakta, yol kesmekte bizim reisimiz idin, tövbe etmekte de reisimiz ol dediler. Nihayet, hepsi elimde tövbe ettiler. Aldıkları malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tövbe edenler, bu altmış kişidir.
Bağdadın meşhûr alimlerinden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Ebu Hattab Mahfuz, Ebul-Vefa, Ali bin Ukayl, Ebu Huseyn bin Kadi Ebu Yala ve diğer fıkıh alimlerinden fıkıh öğrendi. Hadis ilmini; Hasen-i Bakillam, Ebu Said Muhammed bin Abdülkerim, Ebu Ganim Muhammed bin Muhammed, Ebu Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebu Cafer, Ebu Kasım bin Ali, Ebu Talib Abdülkadir, Ebu Bekr Hibetullah bin Mübarek, Ebul-lzz Muhammed bin Muhtar, Ebu Nasr Muhammed, Ebu Galib Ahmed, Ebu Abdullah Yahya ve diğer hadis Alimlerinden tahsil etti. Tasavvuf ilmini ise; Ebu Salih hazretleri ile Şeyh Ebu Said Mahzumîden ve Hammad-i Debbastan öğrendi.
İlim tahsilini tamalayıp yetiştikten sonra, vaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumînin medresesinde verdiği ders ve vaazları, çok büyük bir alaka ile takib edilirdi. Kendisini dinlemek için toplananların meydana getirdiği kalabalık, medreseye sığmayıp sokaklara taştı ve çevresini de doldurdu. Bu sebeple, ders verip sohbet ettiği medresenin çevresindeki evler de medreseye dahil edilmek suretiyle genişletildi. Bu iş için, Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler ise bizzat çalışmak suretiyle yardım ettiler. Hatta bir kadın, kocasından alacağı mehrin bedelini, efendisinin orada çalışması şartıyla ödenmiş kabul etti. Derslerine devam edenlerin içinden, pek çok alim ve salih kimseler yetişti.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, bir müddet ders verip insanlara doğru yolu gösterdikten sonra, ders ve vaazı bırakıp, inzivaya çekilerek yalnızlığı tercih etti. Daha sonra sahralara çıktı. Bağdadın Kerh harabelerinde yaşamaya, bütün vaktini, ibadet, riyazet ve mücahede ile geçirmeye başladı. Buyurdu ki: Yirmi beş yıl kadar, yalnız başıma sahralarda dolaştım. Kırk sene, yatsı namazından sonra, sabaha kadar Kurân-ı kenın okudum. Bir gece, nefsim uyumak istemişti. Fakat, nefsimin bu isteğine itibar etmedim. Kırk gün oruç tutup, sonra iftar ettim.
Yine şöyle anlatmıştır: Allahü teâlâya dua ve niyazda iken yanıma tanımadığım birisi geldi. Arkadaş olalım dedim. Muhalefet etmemem şartıyla kabul etti ve gelinceye kadar beklememi söyledi. Gitti ve bir yıl sonra geldi. Ben ise onu bekledim. Bir müddet beraber oturduk. Kalktı; Ben gelinceye kadar buradan ayrılma deyip gitti. Bir sene sonra geldi ve yanında ekmekle süt getirdi. Ben Hızırım, bunları sana getirmemi söylediler ve; Kalk, Bağdada hareket et! buyurdu. Beraber Bağdada gittik.
Yine bir halini şöyle anlatmıştır: Yıllarca bir yerde durdum. Bana birisi yedirmeyince bir şey yemeyeceğime, lokma lokma ağzıma koymazlarsa ve su vermezlerse, kendim yiyip içmeyeceğime dair Allahü teâlâya söz verdim. Böylece kırk gün yemedim. Kırk gün sonra birisi geldi. Bir parça yiyecek getirip, gitti. Nefsim yemeğe saldıracak gibi oldu. Çok acıktığım halde Allahü teâlâya verdiğim sözü bozmayacağım dedim. İçimden feryad eden bir ses duydum. Açım, açım diyerek inliyordu. Aniden yanımda Şeyh Ebu Said Mahzumî göründü. Bu sesi duyup; Ey Abdülkadir, bu ses nedir? deyince; Bu, nefsimin ızdırabıdır. Ruhum rahat ediyor. Rabbimi murakabededir dedim. Bizim eve buyur dedi. Kendisine; Nefsime, buradan ayrılmayacağım dedim diye cevap verdim. Biraz sonra Hızır aleyhisselam geldi. Kalk, Ebu Saidin huzuruna git! dedi. Kalkıp gittiğimde Ebu Said, evinin kapısında beni bekliyordu; Ey Abdülkadir! Benim dediğim kafi gelmedi mi ki, Hızırın söylemesini bekledin? diyerek beni içeri aldı. Hazırladığı yemeği, lokma lokma ağzıma koydu. Doydum. Sonra bana icazet ve hilafet verdi.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, Bağdaddaki derslerine ve vazlarına ara verip, bir müddet yalnızlığı tercih ettikten sonra, tekrar ders, vaz ve fetva vermeye başladı. Pek meşhûr oldu. İnsanlar her taraftan onun sohbetine kgsustular. Alimler, salihler etrafında toplanmıştı. Daha önce ders verdiği medresenin genişletilme işi, 1134 (H. 528) senesinde tamamlandı. Ders ve sohbetlerini bu medresede verdi. Oğlu Abdülvehhab şöyle anlatmıştır: Babam, haftada üç vakit ayımıştı. Bu vakitler; Cuma, Cumartesi sabahı ile Salı akşamı idi. Bu zamanlarda, bütün alimler, salih kimseler toplanır, onun vazlarını ve sohbetlerini dinlerlerdi. Bu hal böyle kırk sene devam etti. Ayrıca, kendi medresesinde otuz üç sene müddetle ders verdi. Sohbetlerinde bazan, bir kaç kişinin coşarak kendinden geçip vefat ettiği görülmüştü. Sohbetlerini dört yüz kişi yazardı. Bunlar, bazan kalabalığın çokluğu sebebiyle birbirinin sırtlarında yazarlardı. Onüç çeşit ilim ve fende ders vermiş, ayrıca isteyenlere, tefsir ve hadis dersleri de okutmuştur. Akşam ve sabah vakitlerinde usül ve nahiv, öğleden sonra kıraat dersleri verilir ve Kurân-ı kerîm okunurdu. Konuşması gayet açık ve pek tesirli idi. Merhametsiz bir kimse onu görünce, kalbi yumuşar, korku ve heybet hissederdi. Ders ve sohbetlerinde bulunanlar, sessizlik içinde büyük bir tesire kapılarak anlatılanları dinlerlerdi. Dinlemeye gelenler, kalabalık sebebiyle ister yakında, ister çok uzakta olsun, sesini aynı derecede işitirlerdi. Cuma günleri camiye giderken halk sokaklara dökülür, bereketlenmek için görmek isterlerdi. Kendisinden fetva isteyenlere, gayet açık ve doyurucu cevaplar vererek, müşkillerini hallederdi. Yüzlerce talebesi vardı. Her gün onlara ders verir, okutur, hatta kalemi olmayana kendi kaleminden verirdi. Tasavyuf yolunda ilerlemek için gelene, kendi eliyle, mübarek silsileyi yazardı. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. Talabesinin çeşitli suallerini cevablandırırken hiç kızmazdı. Onlara karşı son derece sabırlı idi. Yanında oturanlarda; Ondan daha kerîm ve lütufkar kimse olamaz kanaati hakim olurdu. Ahbablarından biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını kesmezdi. Kendisine kötü davrananları bağışlar, köleleri satın alarak azad ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında, helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda durur ve halka; Yemek, ekmek ve yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin diye seslenirdi. Bir hediye gelse, yanında bulunanlara dağıtır, birazını da kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri doğmadan önce. Bağdaddaki alimler ve veliler doğacağını müjdelemişlerdi. Babası, oğlunun doğumundan önce, rüyasında Peygamber efendimizi, Eshab-ı kiramdan ve evliyadan bazılarını gördü. Peygamber efendimiz; Ya Eba Salih! Allahü teâlâ bu gece, sana kamil bir erkek evlad ihsan etti. O benim evladımdandır. Derecesi ve sani başkalarına göre çok üstün ve yüksek olacak buyurarak müjde verdi. Annesi şöyle anlatmıştır: Oğlum Abdülkadir doğduğunda, Ramazan-ı şerîf başlamıştı. Birinci gün, imsak vaktinden güneş batıncaya kadar süt emmedi. Bu hali, Ramazan-ı şerîf boyunca devam etti. Bu aya hürmet ettiğini ve oruç tuttuğunu anladım. İkinci sene, Şaban ayının son günlerinde hava oldukça bulutlu geçmişti. İnsanlar hilali göremedikleri için, Ramazan-ı şerîfin girip girmediğini tesbit edememişlerdi. Abdülkadirin, Ramazan-ı şerîfde süt emmediğini bilenlere, o gün imsakdan sonra süt emmediğini söyledim. Böylece Ramazan-ı şerîfin başladığı anlaşıldı.
Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, ilim tahsiline doğduğu yer olan Geylanda başladı. Küçük yaşta Kurân-ı kerîmi ezberledi. 1096 (H. 488) yılında on sekiz yaşında iken Bağdada gidîp, zamanın meşhûr alimlerinden ilim tahsiline devam etti.
Bağdada tahsîl için gidişini, kendisi şöyle anlatmıştır: Genç idim. Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim. Öküzlerden birinin kuyruğuna yapışmış bir halde arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve bana dönerek; Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın. dedi. Korktum, geri döndüm. Anneme; Beni, Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdada gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı ziyaret edeyim dedim. Annem sebebini sorunca, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını da koltuğumun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyerek, hiç yalan söylemeyeceğime dair benden söz aldı. Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için senden ayrıldım. Kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem dedi. Nihayet Bağdada giden küçük bir kafile ile yola çıktım. Hemedanı geçince, altmış atlı eşkiya yolumuzu kesip, kafilemizi bastı ve kervanı soydular. Şakilerden biri benim yanıma gelerek; Ey fakir! Senin bir şeyin yok mu? dedi. Yalan söylemek istemediğimden; Kırk altınım var dedim. Nerededir? deyince, koltuğumun altında dikili olduğunu söyledim. Alay ettiğimi sanarak bırakıp gitti. Birisi daha geldi. Aynı şeyleri o da sordu ve verdiğim cevaplar karşısında bırakıp gitti. İkisi birden reislerine varipdurumu anlatınca, beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına vardığımda; Altının var mı? deyince, kırk altınım olduğunu söyledim. Koltuğumun altını sökmelerini emredince, söküp altınları çıkardılar. Sonra; Neden böyle söyledin? dediler. Annem, ne olursa olsun doğru söylememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. İhanet edemem diye cevap verdim. Eşkiya reîsi, sözlerim karşısında ağlamaya başladı ve; Bunca senedir beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözde durmadım dedi. Tövbe edip, eşkiyalığı bıraktığını söyledi. Bu durum karşısında yanındakiler; İnsanları soymakta, yol kesmekte bizim reisimiz idin, tövbe etmekte de reisimiz ol dediler. Nihayet, hepsi elimde tövbe ettiler. Aldıkları malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tövbe edenler, bu altmış kişidir.
Bağdadın meşhûr alimlerinden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Ebu Hattab Mahfuz, Ebul-Vefa, Ali bin Ukayl, Ebu Huseyn bin Kadi Ebu Yala ve diğer fıkıh alimlerinden fıkıh öğrendi. Hadis ilmini; Hasen-i Bakillam, Ebu Said Muhammed bin Abdülkerim, Ebu Ganim Muhammed bin Muhammed, Ebu Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebu Cafer, Ebu Kasım bin Ali, Ebu Talib Abdülkadir, Ebu Bekr Hibetullah bin Mübarek, Ebul-lzz Muhammed bin Muhtar, Ebu Nasr Muhammed, Ebu Galib Ahmed, Ebu Abdullah Yahya ve diğer hadis Alimlerinden tahsil etti. Tasavvuf ilmini ise; Ebu Salih hazretleri ile Şeyh Ebu Said Mahzumîden ve Hammad-i Debbastan öğrendi.
İlim tahsilini tamalayıp yetiştikten sonra, vaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumînin medresesinde verdiği ders ve vaazları, çok büyük bir alaka ile takib edilirdi. Kendisini dinlemek için toplananların meydana getirdiği kalabalık, medreseye sığmayıp sokaklara taştı ve çevresini de doldurdu. Bu sebeple, ders verip sohbet ettiği medresenin çevresindeki evler de medreseye dahil edilmek suretiyle genişletildi. Bu iş için, Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler ise bizzat çalışmak suretiyle yardım ettiler. Hatta bir kadın, kocasından alacağı mehrin bedelini, efendisinin orada çalışması şartıyla ödenmiş kabul etti. Derslerine devam edenlerin içinden, pek çok alim ve salih kimseler yetişti.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, bir müddet ders verip insanlara doğru yolu gösterdikten sonra, ders ve vaazı bırakıp, inzivaya çekilerek yalnızlığı tercih etti. Daha sonra sahralara çıktı. Bağdadın Kerh harabelerinde yaşamaya, bütün vaktini, ibadet, riyazet ve mücahede ile geçirmeye başladı. Buyurdu ki: Yirmi beş yıl kadar, yalnız başıma sahralarda dolaştım. Kırk sene, yatsı namazından sonra, sabaha kadar Kurân-ı kenın okudum. Bir gece, nefsim uyumak istemişti. Fakat, nefsimin bu isteğine itibar etmedim. Kırk gün oruç tutup, sonra iftar ettim.
Yine şöyle anlatmıştır: Allahü teâlâya dua ve niyazda iken yanıma tanımadığım birisi geldi. Arkadaş olalım dedim. Muhalefet etmemem şartıyla kabul etti ve gelinceye kadar beklememi söyledi. Gitti ve bir yıl sonra geldi. Ben ise onu bekledim. Bir müddet beraber oturduk. Kalktı; Ben gelinceye kadar buradan ayrılma deyip gitti. Bir sene sonra geldi ve yanında ekmekle süt getirdi. Ben Hızırım, bunları sana getirmemi söylediler ve; Kalk, Bağdada hareket et! buyurdu. Beraber Bağdada gittik.
Yine bir halini şöyle anlatmıştır: Yıllarca bir yerde durdum. Bana birisi yedirmeyince bir şey yemeyeceğime, lokma lokma ağzıma koymazlarsa ve su vermezlerse, kendim yiyip içmeyeceğime dair Allahü teâlâya söz verdim. Böylece kırk gün yemedim. Kırk gün sonra birisi geldi. Bir parça yiyecek getirip, gitti. Nefsim yemeğe saldıracak gibi oldu. Çok acıktığım halde Allahü teâlâya verdiğim sözü bozmayacağım dedim. İçimden feryad eden bir ses duydum. Açım, açım diyerek inliyordu. Aniden yanımda Şeyh Ebu Said Mahzumî göründü. Bu sesi duyup; Ey Abdülkadir, bu ses nedir? deyince; Bu, nefsimin ızdırabıdır. Ruhum rahat ediyor. Rabbimi murakabededir dedim. Bizim eve buyur dedi. Kendisine; Nefsime, buradan ayrılmayacağım dedim diye cevap verdim. Biraz sonra Hızır aleyhisselam geldi. Kalk, Ebu Saidin huzuruna git! dedi. Kalkıp gittiğimde Ebu Said, evinin kapısında beni bekliyordu; Ey Abdülkadir! Benim dediğim kafi gelmedi mi ki, Hızırın söylemesini bekledin? diyerek beni içeri aldı. Hazırladığı yemeği, lokma lokma ağzıma koydu. Doydum. Sonra bana icazet ve hilafet verdi.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, Bağdaddaki derslerine ve vazlarına ara verip, bir müddet yalnızlığı tercih ettikten sonra, tekrar ders, vaz ve fetva vermeye başladı. Pek meşhûr oldu. İnsanlar her taraftan onun sohbetine kgsustular. Alimler, salihler etrafında toplanmıştı. Daha önce ders verdiği medresenin genişletilme işi, 1134 (H. 528) senesinde tamamlandı. Ders ve sohbetlerini bu medresede verdi. Oğlu Abdülvehhab şöyle anlatmıştır: Babam, haftada üç vakit ayımıştı. Bu vakitler; Cuma, Cumartesi sabahı ile Salı akşamı idi. Bu zamanlarda, bütün alimler, salih kimseler toplanır, onun vazlarını ve sohbetlerini dinlerlerdi. Bu hal böyle kırk sene devam etti. Ayrıca, kendi medresesinde otuz üç sene müddetle ders verdi. Sohbetlerinde bazan, bir kaç kişinin coşarak kendinden geçip vefat ettiği görülmüştü. Sohbetlerini dört yüz kişi yazardı. Bunlar, bazan kalabalığın çokluğu sebebiyle birbirinin sırtlarında yazarlardı. Onüç çeşit ilim ve fende ders vermiş, ayrıca isteyenlere, tefsir ve hadis dersleri de okutmuştur. Akşam ve sabah vakitlerinde usül ve nahiv, öğleden sonra kıraat dersleri verilir ve Kurân-ı kerîm okunurdu. Konuşması gayet açık ve pek tesirli idi. Merhametsiz bir kimse onu görünce, kalbi yumuşar, korku ve heybet hissederdi. Ders ve sohbetlerinde bulunanlar, sessizlik içinde büyük bir tesire kapılarak anlatılanları dinlerlerdi. Dinlemeye gelenler, kalabalık sebebiyle ister yakında, ister çok uzakta olsun, sesini aynı derecede işitirlerdi. Cuma günleri camiye giderken halk sokaklara dökülür, bereketlenmek için görmek isterlerdi. Kendisinden fetva isteyenlere, gayet açık ve doyurucu cevaplar vererek, müşkillerini hallederdi. Yüzlerce talebesi vardı. Her gün onlara ders verir, okutur, hatta kalemi olmayana kendi kaleminden verirdi. Tasavyuf yolunda ilerlemek için gelene, kendi eliyle, mübarek silsileyi yazardı. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. Talabesinin çeşitli suallerini cevablandırırken hiç kızmazdı. Onlara karşı son derece sabırlı idi. Yanında oturanlarda; Ondan daha kerîm ve lütufkar kimse olamaz kanaati hakim olurdu. Ahbablarından biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını kesmezdi. Kendisine kötü davrananları bağışlar, köleleri satın alarak azad ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında, helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda durur ve halka; Yemek, ekmek ve yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin diye seslenirdi. Bir hediye gelse, yanında bulunanlara dağıtır, birazını da kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.