İki Farklı Zengin

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,282
İstanbul..
Zengin denince akla ilk gelen kişi Kârûn’dur. Kur’an-ı Kerim’de dört yerde zikredilen bu zat Tevratta Korah diye anılmakta, çölde Hz. Mûsa’nın otoritesine karşı başlatılan isyan da başrolü oynayan kişi olarak bildirilmektedir. (Çıkış, 6/16, sayılar 16/1) Tevratta anlatıldığına göre çeşitli kabilelerden insanları ve cemaatin 250 beyini toplayarak Musa ve Harun’a karşı çıkan Kârûn, böylece Allah’a karşıda âsi olmuş. Hz. Musa’nın duası üzerine adamları ve mallarıyla birlikte yerin dibine geçmiştir. Yahudilerden bir rivayete göre Kârûn Mısır’da Firavunun hazinedarı idi. Serveti o kadar çoktu ki hazinelerinin anahtarlarını ancak 300 katır taşıyabiliyordu. Bu servet onu şımartmış, Tevrat hükümlerini küçümsemeye ve Allah’a isyana sevketmiş fakat sonunda yerin dibine geçmişti.

Kur’an-ı Kerim’de (Kasas 76-82) Kârûn; hazinelerinin anahtarlarını güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, mağrur, gösteriş düşkünü bir kişi olarak anlatılır. Kavminin arasında ihtişamla dolaşır, onun bu görkemli hali bazılarının hayranlığını celbeder. Kârûn gibi olmayı temenni ederler. Bazıları ise şımarmamasını, zira şımaranları Allah’ın sevmediğini, Rabbin kendisine ihsan ettiği gibi kendisinin de insanlara iyilikte bulunmasını, dünyadan da nasibini unutmamasını, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamasını öğütler. Fakat Kârûn bu sözlere kulak asmaz, sahip olduğu serveti kendi bilgi ve becerisiyle elde ettiğini söyler, netice de kölesi olduğu servetin kurbanı olarak evi barkıyla birlikte yerin dibine geçer. Kendisine özenenlerde onun helâkı karşısında akıllanırlar, Kârûna özenmelerinden ötürü pişmanlık duyarlar.

Kârûn Mûsa’nın kavmindendi. Bazı rivayetlere göre Musa’nın amcasının oğlu idi. Servetin verdiği şımarıklık ve gurur ona akrabalık bağlarını bile unutturdu, ezilen kavminin yanında yer alacağına Firavunun safında yer aldı. Firavun, Hâman ve Kârûn birbirini tamamlayan üçlüyü teşkil ediyorlardı. Firavun otoriteyi, Hâman bürokrasiyi, Kârûn da sermayeyi temsil ediyordu. Halk ise bu üçlü gücün altında ezilip sömürülüyordu.

Kârûn daima kötü zengine örnek olarak hatırlanmış, şiirlere konu olmuştur. Yunus Emre ne güzel söylemiş:

Ne kadar çok ise malın
Ecel sana sunar elin
Ne assı (kâr) eyledi Kârûn
Bu dünyaya batmış iken.

Bu dünya Kârûn tıynetinde nice zenginler görmüş, servetlerine aldanan, servetleri sayesinde ölümsüzlük vehmine kapılan bu zavallılar kendileri battığı gibi etrafını da batırmışlardır. Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu, insanlara imtihan için verildiğini, malda fakir fukaranında hakkı bulunduğunu, helal yoldan kazanıp helal yollara sarf edilmesi gereğini bilselerdi sahip oldukları servet felaket değil saadet sebebi olurdu. Bunlar servetin efendisi değil, kulu olan kimselerdir. Allaha değilde servete kul olanların âkıbeti ise daima felaket olmuştur.

Kârûn gibi nankör zenginlere mukabil her şeyin Allah’a ait olduğuna inanan ve serveti Mevlânın lutfu bilip daima şükreden, şımarıp böbürlenmeyen, servetin gerçek sahibi değil emanetçisi olduğunu idrak eden zenginler de vardır.

Hem hükümdar hem de peygamber olan Süleyman aleyhisselam bu türlü zenginler için ilk akla gelen örnektir. Mevla ona, başka hiç kimseye vermediği bir saltanat bahşetmiştir. Cinlere, şeytanlara, rüzgara hükmediyor, hayvanların dilinden anlıyordu. Rüzgar sabah akşam birer aylık yol katediyor. Süleyman peygamberi istediği yere en kısa zamanda ulaştırıyordu. Cinler emrinde çalışıyor, saraylar, surlar, mabetler, havuz gibi çanaklar, sabit kazanlar, timsaller vs. yapıyorlardı. Bir kısmı da denizden kıymetli taşlar ve inciler çıkarmak için dalgıçlık yapıyordu.

Süleyman peygamber malı, Rabbini hatırlattığı için seviyordu. “Hani bir akşam üstü kendisine cins ve rahvan atlar sunulmuştu da: ‘Elbette ben güzel olan her şeyi severim. Çünkü bana Rabbimi hatırlatır’ demişti.” (Sâd, 31-32) Bütün bu maddi saltanat yanında kendisine bunlardan daha üstün olan ilim ve hikmet verildi. Bundan ötürü daima Rabbine hamdetti. Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil muhteşem ordular, önünden geçerken gururlanmadı ve “Ey Rabbim! Bana ve anama-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme, getir rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat dedi.” (Neml, 19)

Sahip olduğu zemini billur saraylar, emrindeki her çeşit güç ve imkan Hz. Süleyman’ı büyülemedi. Bunların birer imtihan olduğunu hiç hatırından çıkarmadı. Belkıs’ın tahtını yanı başında görünce “Bu Rabbimin lütfundandır, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek istiyor. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kimi de nankörlük ederse bilsin ki Rabbim hiç bir şeye muhtaç değildir, büyük bir ikram sahibidir, dedi.” (Neml, 40) Hz Süleyman, Belkıs’ın gönderdiği hediyeler için kraliçenin elçisine şunları söylemişti: “Siz bana bir mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Ama siz belki ancak hediyenizle seviniyorsunuz.” (Neml, 36)

Hz. Süleyman’ın gücü Kârûnun gücünden kat kat fazlaydı. Zira cinlere, şeytanlara, kuşlara, rüzgara hükmediyordu. Bakır menbaından sel gibi erimiş bakır akıyordu. Sahip olduğu bu güç ve imkanları kendinden bilmedi: Kârûn gibi bunları kendi bilgi ve becerisi olarak görmedi. Servet onu Rabbinden uzaklaştırmadı, bilakis yaklaştırdı. Şükrüne vesile oldu.

Tarihten sunduğumuz bu iki prototip bugünkü servet sahipleri için de tıpa tıp geçerlidir. Kârûn’un ve Hz. Süleyman’ın yolunu takip edenler hep olagelmiştir, bundan sonra da olacaktır. Servetin azdırmadığı insanlar pek azdır. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehil ve Ebu Lehepler hep servet ve güçleri yüzünden azmışlar, peygamberlere karşı koymuşlardır. Genelde insanın tabiatı budur. “İnsan kendi kendine yettiğine sandığında mutlaka azar” (Alak, 6) “Sırf Allah kendisine hükümranlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim’le tartışan kimseyi görüp tanımadın mı? (Bakara, 256) Güç ve servet genellikle kibir ve şımarıklık sebebi olmaktadır. Peygamberlere karşı koyanlar daima kodaman takımı olmuş, bunlar sahip oldukları servet ve gücü yoksulları ezme, onları daha fazla sömürme istikametinde kullanmışlardır.

Servetin felaket veya saadet vesilesi olarak kullanılmasında en belirleyici unsur, Allah’a ve ahiret gününe inanıp inanmama olayıdır. “Dini (hesap gününü) yalan sayan kimseyi gördün mü? İşte o yetimi kakar, yoksulu yedirip doyurmaya teşvik etmez.” (Mâûn, 1-3) “Mal toplayıp, tekrar tekrar sayan ve insanları arkadan, çekiştirip kaş göz işaretleriyle alay eden herkesin vay haline! O, malının, kendisini dünyada ebedi kılacağını sanır.” (Hümeze, 1-3)

Diğer taraftan müttakilerin vasıfları sayılırken onların gayba inandıkları, namazı dosdoğru kıldıkları ve Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan başkaları içinde harcadıkları, ahirete kesin şekilde iman ettikleri belirtilmektedir. (Bakara, 2-3) Onlar riyadan uzak, sırf Allah rızasını gözeterek; başkalarını minnet altında tutmayarak harcarlar. “Onlar kendi istek ve arzularına rağmen muhtaçlara, yetimlere ve esirlere yedirirler ve derler ki: Biz size sadece Allah rızası için yediriyoruz sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 8-9)

Allah’a ve ahirete, hesaba-kitaba, cennete-cehenneme inanmayanlardan karşılıksız iyilik ve yardım beklemek zaten abestir. Her şeyi bu dünya hayatından ibaret görenler ve bu hayatı zevk-sefa içinde geçirmekten öte gayeleri olmayanlar ellerindekileri başkalarıyla paylaşmak şöyle dursun üstelik çeşitli entrikalarla başkalarının mallarına da sahip olmak isterler. Fani hayata mahkum oldukları için ebediyet esintisinden, cennet neşesinden mahrumdurlar.

Şamdan gelen yüklü miktardaki mallarına yüzde yüz, iki yüz, üç yüz, kâr teklif edenlere “Ben yedi yüz misli kâr verene vereceğim” deyip de malın hepsini fakirlere dağıtan Hz. Osman, servetinin tamamını Allah yolunda sarfedip. “Ailene ne bıraktın?” diyenlere “Allah ve Resulünü bıraktım” cevabını veren Hz. Ebu Bekir, evlerini, bağ-bahçelerini muhacirlerle paylaşan Ensar nerede, mâûnu (en ufak yardımı) bile esirgeyenler nerede?

Bugün Kârûn rolünü oynayan şahıslar, holdingler, karteller olduğu gibi Kârûnların servetiyle Firavun sistemini devam ettiren devletler de mevcuttur. Vahşi kapitalizm Kârûnların mezhebidir. “Senin ki senin, benimki de senin” diyen Ensar ve “Benimki benim, seninki de benim” diyen inkâr tavrı. Birincisi olamıyorsa bari ikicinsi de olmasın, en azından herkes hakkına razı olsun. Günümüzün materyalist dünyasında buna razı olmak zorunda kaldık.

Ali Rıza Temel
 
  • Beğen
Tepkiler: Hayali_delibal

Son mesajlar