Henüz düşünceler kontrol edilemiyor, ama modern iletişim imkânları kullanılarak, insan, istenilen istikamette şartlandırılabiliyor. Bu yüzden aynı filmleri izleyen, aynı şarkıları dinleyen, aynı sanatçılardan hazzeden, aynı kitapları okuyan, aynı yerleri gezen, aynı şeyleri yiyip içen ve aynı şeyleri giyen bir topluluğa dönüştük.
Farklarımız kayboldu...
Farklarımız kayboldukça renklerimiz de kayboldu...
Farklarımız ve renklerimiz güzelliğimizdi, güzelliğimiz kayboldu.
Bunun adı: Moda!
Yaşasın populizm!..
Moda doğru ve kalıcı olanın değil, geçici heveslerin adıdır. Modanın modası o kadar çabuk geçiyor ki, maceracı karakteriyle tanıdığımız yazar Oscar Wilde bile bu hız karşısında dayanamamış, Moda denilen şey o kadar çirkindir ki, onu her altı ayda bir değiştirirler deyivermişti.
Bu kadar hızlı bir değişkenliği, İslam gibi bir ebediyetle yan yana yazmak bile abesle iştigal olsa gerektir. Ayrıca her din ihtiyaçtan doğar. Modanın karakterinde ise ihtiyaç değil, keyif yatmaktadır.
Eskiden (fukaralık günlerimizde) dindar müslümanların, temel ihtiyaçlarla sınırlı bir hayat felsefeleri vardı. Gerisini üleşir, paylaşır, dünya ötesi emellerin hizmetinde harcanırdı. Para, cüzdanda durduğu gibi durmadı. Hayat felsefemizi değiştirdi.
Bizi dünyacı=seküler yaptı. Artık zengin dindarların da modaları, mankenleri, defileleri, balayıları, tatil köyleri ve tesettür mayoları var. Bir hususu çok merak ediyorum: Eskiden, takvamızla değerlendiğimize inanırdık. Artık markamızla değerlendiğimize mi inanıyoruz?
Buraya küçücük bir parantez açıyorum ve diyorum ki: Sonuçta herkes kendi hesabını verecek. Bu konuda tek itirazım olabilir: Moda merkezli ticaret yapmak isteyen dindar işletmeciler, bir buçuk milyar müslümanın ortak yürek vuruşunu simgeleyen isim ve kavramları firmalarına isim olarak seçmesinler ve dini kavramları ticarete âlet etmesinler.
Kısacası, teknoloji ve moda, işbirliği halinde insanı, yaratılış hikmetinden koparıp kuklaya dönüştürdü.
Alâ-yı illiyinden esfeli safiline düşürdü...
Hem esir (bir anlamda köle), hem ecîr (ücretli) olduk!
Oysa Said Nursi hazretlerinin tespiti müthiş: İnsan esir olmak istemediği gibi ecîr olmak da istemez diyor.
Yani insan ne ücretsiz köle olmak ister, ne de ücretli köle...
Düne kadar eleştirdiğimiz halde bugün fesfut yiyor, Kokakola (yazıldığı gibi okunur) içiyor, yeşil pop dinliyor, moda giyiyor, defilelere katılıyor, kısalta kısalta kirliye (hani şu kirli sakal modası var ya) dönüştürdüğümüz sakalımızla en önlere kurulup ahkâm kesiyoruz!
Eskiden huri taifesine Cennette kavuşacağına inanan Müslüman işadamı, artık huriyi podyumlarda arıyor!
Kısacası biz dindarlar da artık modern hayatın icaplarına göre yaşıyoruz. Ve gitgide varlık sebebimizden uzaklaşıyoruz. Tevekkeli değil:
İnandığını yaşamayan yaşadığına inanmaya başlarmış.
Şu yaşadıklarımızla kendimizi hâlâ dindar zannetmemiz, salt alışkanlıktan olmalı!
Kimse kusura bakmasın, ama biz artık dindar falan değil, laikliğinin farkında olmayan laikleriz!..
Hadi bakalım kolay gelsin!
Yavuz Bahadıroğlu
Farklarımız kayboldu...
Farklarımız kayboldukça renklerimiz de kayboldu...
Farklarımız ve renklerimiz güzelliğimizdi, güzelliğimiz kayboldu.
Bunun adı: Moda!
Yaşasın populizm!..
Moda doğru ve kalıcı olanın değil, geçici heveslerin adıdır. Modanın modası o kadar çabuk geçiyor ki, maceracı karakteriyle tanıdığımız yazar Oscar Wilde bile bu hız karşısında dayanamamış, Moda denilen şey o kadar çirkindir ki, onu her altı ayda bir değiştirirler deyivermişti.
Bu kadar hızlı bir değişkenliği, İslam gibi bir ebediyetle yan yana yazmak bile abesle iştigal olsa gerektir. Ayrıca her din ihtiyaçtan doğar. Modanın karakterinde ise ihtiyaç değil, keyif yatmaktadır.
Eskiden (fukaralık günlerimizde) dindar müslümanların, temel ihtiyaçlarla sınırlı bir hayat felsefeleri vardı. Gerisini üleşir, paylaşır, dünya ötesi emellerin hizmetinde harcanırdı. Para, cüzdanda durduğu gibi durmadı. Hayat felsefemizi değiştirdi.
Bizi dünyacı=seküler yaptı. Artık zengin dindarların da modaları, mankenleri, defileleri, balayıları, tatil köyleri ve tesettür mayoları var. Bir hususu çok merak ediyorum: Eskiden, takvamızla değerlendiğimize inanırdık. Artık markamızla değerlendiğimize mi inanıyoruz?
Buraya küçücük bir parantez açıyorum ve diyorum ki: Sonuçta herkes kendi hesabını verecek. Bu konuda tek itirazım olabilir: Moda merkezli ticaret yapmak isteyen dindar işletmeciler, bir buçuk milyar müslümanın ortak yürek vuruşunu simgeleyen isim ve kavramları firmalarına isim olarak seçmesinler ve dini kavramları ticarete âlet etmesinler.
Kısacası, teknoloji ve moda, işbirliği halinde insanı, yaratılış hikmetinden koparıp kuklaya dönüştürdü.
Alâ-yı illiyinden esfeli safiline düşürdü...
Hem esir (bir anlamda köle), hem ecîr (ücretli) olduk!
Oysa Said Nursi hazretlerinin tespiti müthiş: İnsan esir olmak istemediği gibi ecîr olmak da istemez diyor.
Yani insan ne ücretsiz köle olmak ister, ne de ücretli köle...
Düne kadar eleştirdiğimiz halde bugün fesfut yiyor, Kokakola (yazıldığı gibi okunur) içiyor, yeşil pop dinliyor, moda giyiyor, defilelere katılıyor, kısalta kısalta kirliye (hani şu kirli sakal modası var ya) dönüştürdüğümüz sakalımızla en önlere kurulup ahkâm kesiyoruz!
Eskiden huri taifesine Cennette kavuşacağına inanan Müslüman işadamı, artık huriyi podyumlarda arıyor!
Kısacası biz dindarlar da artık modern hayatın icaplarına göre yaşıyoruz. Ve gitgide varlık sebebimizden uzaklaşıyoruz. Tevekkeli değil:
İnandığını yaşamayan yaşadığına inanmaya başlarmış.
Şu yaşadıklarımızla kendimizi hâlâ dindar zannetmemiz, salt alışkanlıktan olmalı!
Kimse kusura bakmasın, ama biz artık dindar falan değil, laikliğinin farkında olmayan laikleriz!..
Hadi bakalım kolay gelsin!
Yavuz Bahadıroğlu