Din ve İnanç Özgürlüğü Açısından Hoşgörü

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Din ve İnanç Özgürlüğü Açısından Hoşgörü


Mehmet Dere




Allah’a hoşgörü isnadı doğru olmasa da, hoşgörüye kaynaklık teşkil edecek afv u safh, günahları bağışlamak, yaratılmışların bütününe şefkat ve merhamet etmek, onların ayıp ve kusurlarını örtmek, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı’na mahsus sıfatlarıdır ki, Ğafûr, Rahîm, Afuv ve Settâr O’nun Kur’ân-ı Kerim’de en çok geçen isimlerindendir.

Sözlüklerde hoşgörü; insanların davranışlarını anlayışla karşılayıp hoş görmek, insanlar arası münasebetlerde orta yolu takip etmek, sert ve katı hükümlü olmamak, karşılıklı ilişkilerde kolaylık, kendi düşünce ve inançlarına zıt düşünce ve inançları hoş görme, dengeli olma, farklı olan bir şeye sabır gösterip katlanma, tolerans, müsamaha gibi mânâlara gelir (Ayverdi 2006, 2: 1239; Eren vdğr., 1988, 1: 653; Doğan 1996, 499).

Hoşgörü Arapçada tesâmuh ve semâha kelimesiyle ifade edilir ki, Türkçemizde kullandığımız müsamaha kelimesi buradan gelmiştir. Kolaylık göstermek, yumuşak davranmak, katlanmak, affetmek gibi mânâlara gelir (Çağrıcı 2004, 32: 71).

Batı dillerinde ise hoşgörü, tolerans kelimesiyle ifade edilir ki, Lâtince tolerare kelimesinden türemiştir. Dayanmak, tahammül etmek, katlanmak, hazmetmek, devam ettirmek, izin vermek gibi anlamlara gelir (Yürüşen 1996, 18).

Bütün bunlardan da açıkça anlaşılacağı üzere hoşgörü kavramının muhtevasında genel olarak; anlayış, saygı göstermek, mazur görmek, affedici olmak, medenî olmak, sabretmek, katlanmak, tahammül göstermek, rahatsız olmamak, farklılıklara ve farklı görüşlere sınır koymamak ve onlara olumsuz bir tepki vermemek, fikirlerin karşılıklı anlayış ve olgunluk içerisinde tartışılması gibi anlamların barındığı ifade edilebilir (Aslan 2005, 33).

İslâm, insanların ferdî ve içtimâî hayatı için en iyi insanî erdemi öngörmektedir. Bu insanî erdemlerden biri de hoşgörüdür. Zîrâ hoşgörü, fertler arasında sevgiyi ve saygıyı artıran, sosyal katmanlar arasında güven ortamı oluşturan ahlâkî ve insanî bir erdemdir.
İnsanlar arası münasebetlerde dengeyi koruyan ve onları birbirine yaklaştıran hoşgörü, hissî bir tavır olarak ferdin bir konuda hemfikir olması, aldırış etmemesi, olaylara kayıtsız kalması veya kendi inançlarından ve özbenliğinden taviz vermesi değil, farklılıkların şuuruna varması, değişik inanç, düşünce, kimlik ve kültürlere anlayışla ve olgunlukla bakabilmesidir. Bir diğer ifadeyle hoşgörü, başkalarından nefret etmeme şuurunu kazandıran bir erdemdir, ahlâkî sistemlerin en temel unsuru ve diğer unsurlara kaynaklık edebilecek önemli bir ruh disiplinidir (Keskin 19967, 13).

İnsan hak ve özgürlükleri çerçevesinde ise hoşgörüyü, hiçbir etnik yapı din, inanç, dil, kültür ve kimlik ayrımı gözetmeksizin bütün insanları doğuştan beraberlerinde getirdikleri özellikleriyle kabul etmek, onlara kendilerine özgü bu nitelikleri konusunda yapacakları düşünsel ve işlevsel durumlarda herhangi bir engel çıkarmamak, bu hak ve özgürlüklerin dışarıdan bir müdahaleye maruz kalmadan rahat bir şekilde kullanım imkânı bulması diye tarif edebiliriz (Aslan, 33).

Hoşgörü, dinde de çok önemli bir husustur. Günümüzde “dinî hoşgörü”, “dinî tolerans”, “dinî çoğulculuk” sıkça kullanılan kavramlardır. Bu kavramlar, fertlerin kendi ihtiyaç ve uygulamalarının yanı sıra, yeryüzünde farklı düşünen, inanan ve yaşayan başka kimselerin de var olduğunu, dolayısıyla bu farklılıkların olgunluk içerisinde ve anlayışla karşılanması gerektiğini ortaya koymaktadır (Günay 1998, 428).

İnsan hak ve hürriyetlerinin şemsiyesi altına giren sahalardan biri de din ve inanç özgürlüğüdür. Din ve inanç hürriyeti, insanın sahip olduğu en önemli haklardan biridir; inanç hürriyetinin diğer hak ve özgürlüklerle de çok yakın münasebeti vardır. Tarih boyunca insanlar, din ve inanç özgürlüğü hususunda çok duyarlı olmuşlar; din ve inanç özgürlüğüne yapılan baskılar ve zulümlerle canları pahasına mücadele etmişlerdir. Tarih, bu tür olayların en büyük şahididir. Dolayısıyla din ve inanç özgürlüğü noktasında kaydedilecek gelişmeler “birarada yaşama tecrübesi” ve “dünya barışı” adına insanlık için çok ciddi bir kazanç olacaktır (Çiçek 1998, 73).

Bir inancın sadece zihinde, düşünce seviyesinde kalması bir anlam ifade etmez, önemli olan bu inancın hiçbir baskıya ve kısıtlamaya maruz kalmaksızın ifade edilmesi, açıklanması, yaşanması, yayılması fiiliyata geçirilmesidir. Bu sebeple hak ve hakikatin ortaya çıkması için en geniş mânâda din ve inanç özgürlüğünün sağlanması gerekir (Karatepe 1996, 109).

Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’ı insanlara tebliğ ettikten sonra, onları vicdanlarıyla baş başa bırakmış, iman edenleri “din kardeşi” olarak kabul etmiş, İslâm’ı kabul etmeyip eski din ve inançlarında kalmak isteyenlere karşı herhangi bir olumsuz tavır içine girmemiş, onlara gereken hoşgörüyü ve saygıyı göstermiş, Ashabına da böyle yapmalarını emretmiştir (Apak 2003, 419). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu uygulamasının temeli de yine Kur’ân’a dayanmaktadır. Zîrâ Kur’ân’da, Müslümanların gayrimüslimlere karşı nazik ve hoşgörülü olmaları öğütlenir: “İçlerinden zulmedenler hâriç, Ehl-i Kitapla ancak en güzel şekilde mücadele edin ve deyin ki: Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olanlardanız.” (Ankebût, 29/46). İman etmeyen insanlar, müsamahasız ve olumsuz bir tavır ve tutuma sahip olsalar da, Müslümanlar onlara karşı davranışlarını daha da iyileştirmeli, lütufkâr ve yumuşak davranmalıdır. Bu sebepten de İslâm, gayrimüslimlere düşmanlıkta ileri gidilmemesini, hoşgörülü ve adaletli davranılmasını, onların hikmetle ve güzel öğütle Hak dine davet edilmesini emreder (Nahl, 16/125). Bu olumlu tavır ve davranışlar neticesinde Müslüman olmayanlar, İslâm dini ve Müslümanlar hakkında olumlu kanaat edinecekler, belki de dost olacaklardır (Fussilet, 41/34; Mümtehine, 60/7).

Allah, bütün müminleri, gayrimüslimlerin inançlarını, kendilerince kutsal saydıkları değerlerini kötü bir şekilde anmamaları, onlara karşı hoşgörülü davranmaları noktasında uyarmıştır: “Onların Allah'tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah'a hakaret etmesinler.” (En’âm, 6/108).

Gayrimüslimlere tanınan din ve vicdan özgürlüğü, dinî ayin, ibadet, dinî eğitim-öğretim, ibadet yerlerini istedikleri gibi düzenleme ve idare etme gibi alanlarda kendini gösterir. İslâm dini, her şeyden önce gayrimüslimlere kendi inançlarını koruma ve dinlerini serbestçe yaşama izni vermiş, bunun neticesinde Müslümanlar ile gayrimüslimler asırlarca hoşgörü, huzur ve barış içerisinde “birarada yaşama tecrübesi”nin en güzel örneklerini vermişlerdir. Bu açıdan “Medine Vesikası/Medine Sözleşmesi” çok önemli bir örnektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret edince, şehri idarî, siyasî ve hukukî bir yapıya kavuşturmak için bir anayasa hazırlamıştır ki, bu anayasa dünya tarihinin ilk yazılı anayasasıdır. Bu anayasaya Medineli Yahudiler, Medineli müşrik Araplar ve Medineli Hıristiyan Araplar iştirak etmiştir. Bu anayasa/sözleşme, dinî hoşgörü, din ve inanç özgürlüğü bağlamında çok önemlidir. Yahudilere ve diğer dinî gruplara din ve inanç özgürlüğü verilmiş; inanç ve dinî ayinlerinde serbestlik tanınmıştır (Hamidullah 1990, 1: 197; Sarıçam 2005, 278; M. Akif Aydın 1991, 3: 153).

Hz. Peygamber (s.a.s.) Yahudileri Kur’ân’ın emriyle: “Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.” (Âl-i İmrân, 3/64) şeklinde aralarında ortak bir söze çağırmıştır. Resûlullah (s.a.s.) başlangıçta namazlarında Beytü’l-Makdis’e yönelmiş, –Bakara Sûresi’nin 144. âyeti nâzil olunca kıble Mescid-i Haram olmuştur- Müslümanların Ehl-i Kitap tarafından Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından kesilen hayvanları yemelerine ve iffetli kadınlarıyla evlenmelerine izin vermiştir (Hamidullah 1: 586). Yine Resûlullah (s.a.s.), Yahudilerin cenazelerine insana saygı için ayağa kalkmış, bunu Ashabına da tavsiye etmiştir. Müşriklerin girmesini yasakladığı mescide, Ehl-i Kitap olan Yahudilerin girmesine izin vermiştir (Sarıçam, 222).

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Yahudilere uyguladığı bir diğer dinî hoşgörü örneği ise şu şekildedir: İslâm’dan önceki devirde, çocuğu olmayan Medineli Ensar ve Hazreçli aileler eğer çocukları olursa, onları Yahudi yapacaklarına dair söz vermişlerdi. Bunun sonucunda Medine’de bu yolla Yahudileşmiş bir miktar çocuk da bulunuyordu. İslâm gelince bu Ensarlı ve Hazreçli Müslüman aileler, bu yolla daha önceden Yahudileştirdikleri çocuklarını Müslüman olmaları için zorlamışlardı. Bunun üzerine Bakara Sûresi’nin 256. âyeti nâzil olmuştur: “Dinde zorlama yoktur, artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûtu reddedip Allah’a inanırsa, kopması asla mümkün olmayan bir kulpa yapışmıştır. Allah, her şeyi bilen ve işitendir.” (Yazır 1993, 2: 141). Yahudilerle yapılan Benî Nadîr Gazvesi sonrasında Benî Nadîr Yahudileri yanlarına –yukarıda bahsettiğimiz– Yahudileşmiş çocukları da almak istemişler, Müslüman anneleri ve babaları buna engel olmak istemişlerse de, Resûlullah (s.a.s.) Yahudileşmiş bu çocukların Benî Nadîr Yahudileriyle birlikte gitmelerine izin vermiştir (Hamidullah 1: 584).

İslâm Tarihi’nde Hz. Ömer (r.a) döneminde Yahudilere uygulanan dinî hoşgörüyle ilgili vereceğimiz şu örnek oldukça düşündürücüdür: Hz. Ömer (r.a) bir gün Yahudilere ait Beytü’l-Makdis’e girip ahalisiyle görüştükten sonra, dönüşte toprağa yarı hâlde gömülmüş bir heykel kafası gördü. Daha sonra bunun Romalıların gömdüğü bir Yahudi heykelinin kafası olduğunu öğrendi. Hz. Ömer (r.a) bu heykeli alarak eteğiyle sildi ve onu topraklarından temizledi (Sakallı 1996, 134).

İslâm’ın gayrimüslimlere tanıdığı din ve inanç özgürlüğü konusundaki ayrıntılı bilgileri Resûlullah’ın Necran Hıristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında da görmekteyiz. Hz. Peygamber (s.a.s.), Necranlı Hıristiyanlara bir mektup göndermiş, mektubunda onları İslâm’a davet etmiş, şayet kabul etmezlerse haraç ve cizye ödemelerini bildirmiştir (Köksal 1987, 17: 197; Hamidullah 1: 619).

Resûlullah (s.a.s.) ile görüşmeye gelen altmış kişilik Hıristiyan Necran heyeti, bir ikindi vakti Medine’ye gelerek Mescid-i Nebevîde Resûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna çıkmışlardı. Bu sırada ibadet vakitleri gelen Necranlı Hıristiyanlar bu durumu Resûlullah’a (s.a.s.) bildirmişler ve Resûlullah (s.a.s.) da onlara mescidi bırakmıştır. Ashab-ı Kirâm’dan bazıları Necranlı Hıristiyanlara müdahale etmek istemişlerse de Resûlullah, Ashabına onlara hiçbir şekilde dokunmamalarını emretmiş, Necranlı Hıristiyanlar doğuya doğru dönerek rahatça ibadetlerini yapmışlardır (Köksal 1987, 17: 198; Hamidullah 1: 620).

Necranlı Hıristiyanlar Resûlullah (s.a.s.) ile yaptıkları görüşmede, kendi dinlerinde kalarak haraç ve cizye ödemek istediklerini belirtmişler ve bir anlaşma imzalamışlardır. Anlaşmanın konumuzla ilgili kısmı şu şekildedir: “Onların mallarına, canlarına, dinî yaşam ve ayinlerine, hazır bulunanlarına bulunmayanlarına, ailelerine, mâbetlerine ve az olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere Allah’ın himayesi ve Resûlullah Muhammed’in zimmeti, Necranlılara ve onların bağlıları üzerine bir haktır. Hiçbir piskopos, kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir.” (Hamidullah 1: 622). Burada da görüldüğü gibi Necranlı Hıristiyanların can, mal ve inanç özgürlükleri garanti edildiği gibi, mâbetlerine ve din adamlarına tam bir dokunulmazlık ve özgürlük verilmiştir.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Necranlı Hıristiyan din adamlarına gönderdiği mektupta da, yukarıdaki anlaşmaya benzer ifadeler kullanmıştır:

“Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’ın Resûlü Muhammed’den (s.a.s.) piskopos Ebu’l-Hâris’e, Necranlıların diğer piskoposlarına, onların papazlarına, onların bağlılarına, aynı zamanda rahiplere. Ellerinde ne bulunduruyorlarsa, kiliseleri ve manastırları kendilerine aittir. Allah’ın ve Resûlü'nün (s.a.s.) zimmeti onlar üzerinedir. Hiçbir piskopos piskoposluk vazifesini gördüğü yerden, hiçbir rahip kendi manastırından, hiçbir papaz kendi kilisesinden alınıp başka bir yere gönderilmeyecektir. Onların ne hukuku ne de alışageldikleri hiçbir şey (örf, âdet) bir değişikliğe tâbi tutulmayacaktır.” (Hamidullah 1: 623).

Hz. Peygamberin (s.a.s.) Necran halkı ile yaptığı bu anlaşmadan sonra ülkesine dönen heyet başkanı ve heyetin din adamı, kısa bir süre sonra Medine’ye gelerek Resûlullah’a (s.a.s.) Müslüman olduklarını açıklamışlardır. (Hamidullah 1: 624).

İslâm, Müslüman erkeklerin Ehl-i Kitap olan Hıristiyan kadınlarıyla evlenmelerine, onların kestikleri hayvanların etini yemelerine izin vermiştir (Maide, 5/5). Bu da gösteriyor ki, İslâm diğer din ve inanç mensuplarına gereken hoşgörüyü ve saygıyı fazlasıyla göstermiştir.

Medine’ye gayrimüslim misafirler, temsilciler, delegeler geldiğinde Resûlullah, onları mescitte ağırlamış, onlara ikramda bulunmuş; gelen bu gayrimüslim misafirlerin, temsilcilerin, delegelerin ibadetlerini rahatça yapabilmeleri amacıyla mescidin bir köşesinde yer ayrılmıştır (Aslan, 215).

Resûlullah (s.a.s.) zamanında gayrimüslimler için gösterilen din ve inanç özgürlüğü ile ilgili örnek uygulamalar Hulefâ-i Râşidîn (Dört Halife) Dönemi, Endülüs Emevileri, Abbasiler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar zamanında da devam etmiş, gayrimüslimlere kendi din ve inançlarında serbest olma, ibadetlerini ve ayinlerini büyük bir hoşgörü ortamında yerine getirebilme, kiliselerini, havralarını istedikleri gibi idare etme gibi haklar verilmiştir (Dere 2009, 13).

Hz. Ebû Bekir (r.a) döneminde İslâm orduları fetih hareketlerine başladığında, Hz. Ebû Bekir İslâm ordusuna şu konuşmayı yapmıştır: “Hiçbir kadını, çocuğu, yaşlıyı öldürmeyiniz. Hiçbir ağacı kesmeyiniz, hiçbir canlıya zarar vermeyiniz. Hiçbir koyunu, deveyi, sığırı yeme ihtiyacı dışında boğazlamayınız. Siz, kiliselerinde, havralarında kendilerini ibadete vermiş birtakım kimselerle karşılaşacaksınız, onlara dokunmayınız, onları kendi hâlleriyle baş başa bırakınız. İçinde çeşit çeşit yemekler bulunan kapları size getiren bazı kimselerle de karşılaşacaksınız, şayet bu yemeklerden yerseniz Besmele çekerek yiyiniz.” (Sakallı, 141).

Hz. Ömer (r.a) döneminde Kudüs fethedilince (637), Hz. Ömer Kudüslülere bir emannâme vermiştir. Bu emannâme din ve inanç özgürlüğü hususunda muhteşem bir manifestodur: “Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu, Eyle halkına verilen bir emandır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, hastalarına ve bütün fertlerine verilen bir teminattır. Kiliseleri mesken yapılmayacak ve yıkılmayacaktır. İçindeki kutsal eşyaya dokunulmayacaktır. Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine asla zarar verilmeyecektir. Buna karşılık Eyle halkı da diğer şehirlerin halkı gibi cizye verecektir.” (Komisyon 1989, 2: 93).

Din ve inanç özgürlüğünün ve birarada yaşama tecrübesinin en iyi örneklerinden biri de Endülüs Emevileridir. Kendi idarecilerinin baskısından ve zulmünden bıkan yerli Hıristiyan halk ile, İspanya Vizigot Krallığı idarecilerinin zorla Hıristiyanlaştırma politikasına maruz bırakılan Yahudiler, bu mağduriyetten kurtulmak için Müslümanları, ülkelerini fethetmeye davet etmişler, bunun üzerine İslâm fatihleri Endülüs’ü fetih hareketlerine girişmişler, yerli halktan da destek görmüşler, Lekke Vadisi Savaşı dışında ciddi bir direnişle karşılaşmamışlar, aksine yerli halkın desteği ve yerli halkla yapılan anlaşmalar vasıtasıyla Endülüs, İslâm hâkimiyetine girmiştir (Komisyon 4: 42; Özdemir 1995, 11: 211; Sakallı, 152).

Endülüs’ün fethi sonucunda yaklaşık sekiz asır süren (711-1492) Müslüman hâkimiyeti sırasında Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler birarada yaşama tecrübesinin en güzel örneğini sergilemişler; Müslümanlar hâkimiyeti altındaki Hıristiyanlara, Yahudilere başta din ve inanç özgürlüğü olmak üzere birçok hak ve özgürlükler vermişlerdir. Bunun neticesinde Hıristiyanlar ve Yahudiler yüzyıllarca büyük bir hoşgörü içerisinde, rahat ve huzurla yaşamışlardır (Komisyon 4: 467; Sakallı, 153).
Osmanlı Devleti, din ve inanç özgürlüğünün en iyi yaşandığı, farklı din, dil, etnik yapı, kimlik ve kültürlerin “birarada yaşama tecrübesi”ni gösterdiği devletlerden biridir. Öyle ki Osmanlı Devleti’nin adı hoşgörüyle, barışla, huzurla birlikte anılır olmuştur. Osmanlı Devleti himayesindeki gayrimüslimler yüzyıllarca huzur, güven ve büyük bir hoşgörü içerisinde yaşamışlar; kendilerine başta din ve inanç özgürlüğü olmak üzere birçok hak ve özgürlük verilmiştir (Dere, 14).

Osmanlı Devleti’nin bu hoşgörülü politikası sayesinde gayrimüslimler, kendi dindaşlarının zulmünden kurtulmak için Osmanlı Devleti’ne bir kurtarıcı gözüyle bakmışlardır. Nitekim İstanbul’un Fethi sırasında yerli Hıristiyan halk, dindaşları olan Lâtinlerin mezhep baskısı sebebiyle: “İstanbul’da Lâtin serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” diyerek Osmanlı’nın hoşgörüsüne ve adaletine vurgu yapmışlardır (Komisyon 10: 213; Ünlü 1994, 2: 83).

Vereceğimiz şu örnek Osmanlı Devleti’nin din ve inanç özgürlüğüne ne kadar büyük önem verdiğini çok iyi özetlemektedir: Amerika’nın Utah Bölgesi’nde Normanlara ait kilise defterinde şu dua yazılıdır: “Ey Tanrımız! Osmanlıların gücünü ve kuvvetini artır ki, gelip de bizi de kurtarsınlar. Bize din ve inanç özgürlüğü versinler, can ve mal güvenliğimizi sağlasınlar.” Vaktiyle Ukrayna’da yaşayan Normanlar dindaşları olan Rusların baskılarına dayanamayıp böyle dua etmişler ve duayı âdetleri üzere kilise defterlerine yazmışlardı. Bu baskılara dayanamayan Normanlar, 1800’lü yıllarda Amerika’ya göç ederken bu defteri de yanlarında götürmüşlerdi. Bugün bu defterdeki yazılı olan dua sayfası, Amerika’nın Utah Bölgesi’nde Normanlara ait kilise defterinde sergilenmektedir (Refik 1999, 142).

Sonuç olarak şunları söylemek gerekirse, hoşgörüsüzlüğün ve şiddetin kol gezdiği dünyamızda, insanlık İslâm’ın engin hoşgörüsüne ve adaletine, başta din ve inanç özgürlüğü olmak üzere birçok alanda hak ve özgürlüklere her zamankinden daha fazla muhtaçtır. Tarihî tecrübeler de göstermiştir ki, Asr-ı Saadet, Hulefâ-i Râşidîn, Endülüs Emevileri, Abbasiler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti dönemlerinde gayrimüslimler yüzyıllarca huzur, güven ve hoşgörü içerisinde yaşamışlar, dinlerini ve inançlarını özgürce birarada yaşamanın en güzel örneğini sergilemişlerdir.


* Araştırmacı-Yazar


Kaynakça
- Apak, Adem, “Hz. Peygamberin Uygulamalarında İnanç Hürriyeti”, Diyanet İlmî Dergi Hz Muhammed (s.a.s.) Özel Sayısı, 2. baskı, Ankara 2003.
- Aslan Ömer, Kur’ân ve Hoşgörü, İlâhiyat Yay., Ankara 2005.
- Aydın, M. Akif, “Anayasa”, DİA., C. 3, TDV. Yay., İstanbul 1993.
- Ayverdi, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 1-3, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006.
- Çağrıcı, Mustafa, “Emr-i bi’l Ma’ruf Nehy-i ani’l münker”, DİA., C. 11, TDV. Yay., İstanbul 1995.
- ---------, Mustafa, “Müsamaha”, DİA, C. 32, TDV. Yay., İstanbul 2004.
- Çiçek, Halil, Farklı Kültürlerin Birlikte Yaşama Formülü, Nesil Yay., İstanbul 1998.
- Dere, Mehmet, Azınlıklar ve Azınlık Okulları, IQ Kültür Sanat Yay., İstanbul 2009.
- Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., 11. bsm, İstanbul 1996.
- Eren, Hasan vdğr., Türkçe Sözlük, C.1-2, TDK. Yay., Ankara 1988.
- Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Prof. Dr. Salih Tuğ, İrfan Yay., 5. bsm., İstanbul 2000.
- Karatepe, Şükrü, “İnsan Haklarının İlahî Temelleri”, Doğuda ve Batıda İnsan Hakları, TDV. Yay., Ankara 1996.
- Keskin, Yusuf Ziya, Nebevî Hoşgörü, Timaş Yay., İstanbul 1997.
- Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. 1-14, Çağ Yay., İstanbul 1989.
- Köksal, Asım, İslâm Tarihi, C. 1-18, Şamil Yay., İstanbul 1987.
- Özdemir Mehmet, “Endülüs Emevileri”, DİA., C.11, TDV. Yay., İstanbul 1995.
- Refik, İbrahim, Tarih Şuuruna Doğru 3, Gökkuşağı Yay., İstanbul 1999.
- Sakallı, Talat, Hadislerle İslâm’da Hoşgörü ve Kolaylık, Çağlayan Yay., İzmir 1996.
- ---------, Talat, “Hz. Peygamber (s.a.s.)ve Dinî Hoşgörü”, Diyanet İlmî Dergi Hz Muhammed (s.a.s.)Özel Sayısı, 2. baskı, Ankara 2003.
- Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB. Yay., 4. basım, Ankara 2005.
- Ünlü, Nuri, Osmanlılar’dan Günümüze Kadar İslâm Tarihi, C.1-3, İFAV. Yay., İstanbul 1994.
- Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Çelik-Şûrâ Yay., İstanbul 1993.
- Yürüşen Melih, Liberal Bir Değer Olarak Ahlakî ve Siyasî Hoşgörü, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1996.
 

Son mesajlar