Evvel Zaman Dışında

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Soluklanmak ister gibi bir yorgun akşamın nefes nefese koşuşturmacasında, dolunay gibi sevgilerden esinler doluveriyor gönlüme... Bu kent dolup dolup boşalmış toprağın kara bağrına kaç kez... Kabir denen o gizemli ülkede nice aşklar, nice ümitler, nice düşkırıklıkları, nice sevinçler, çok görkemli gelecek planı, ansızın bir yerde bir şekilde bitivermiş belirsizliğin kollarında... Toprak sessizliğin şefkatiyle örtüp gizlemiş her şeyi... Onbeşinde körpecikler, bebekler, orta yaşlılar, yaşlılar; mutlular, mutsuzlar... Her şey sönüp gitmiş işte öylece... Bir rüzgar esiyor, bir martı kanat çırpıyor, nazlı nazlı salınıyorlar çiçekler... Dolup dolup boşalan bir kent... Aynı şekilde, hep aynı kurguyla... Gözler arkada kala kala...

Biz kaç yaşındaydık? Onbeş, yirmibeş, kırkdokuz, seksenaltı... Anne ve babamız birbirlerini görüp sevdiklerinde, nişan pastalarını keserken biz neredeydik? Anne ve babamızın genlerine sinmiş bir öz, bir gerçeklik miydik? Belli belirsiz bir yerde yaşama doğmayı bekleyen bir giz miydik? Öyleyse “Elest Meclisinde" “Rabbiniz kim?” sorusuna yanıt verenler kimlerdi? Ne garip sorular..?

Bizimle birlikte yaratılan evren, maddi cismine büründürüldüğünden bu güne on beş milyar yıl geçivermişti sessiz sedasız... Yıldızlar patlamıştı... Toz kümeleri, alev alev meteorlar... Kainat denen gerçeklik, doğumuna hazırlanmıştı yeni evrenin... Zaman denen görecelilik boyutunda farklı farklı alemler... Her alemin kendi kanunlarınca yaşama, tat alma palanları, ömür denen süreleri... Allah’ın kuvvet ve kudretiyle o sonsuz evrende, hiçbir geometrik şekille açıklanamayan uzay boşluğunda iç içe dürülü ışık alemler... Evren, insan denen gerçeğe, cin denen örtülü alemin ruhani insanlarına cenneti kazanma, cehenneme girme sınanması için yaratılmıştı yeniden...

Allah bir şeyi murat etti mi yalnızca “ol” derdi, olurdu alemler... O, mutlak bir kuvvetti, sonsuzdu, doğmamıştı, doğurulmamıştı, Zatını hiçbir kimse bilemezdi Kendinden başka; yemezdi, içmezdi saydam bir zeytinyağı gibi bir nurdu tecellisi... O, aşkın ta kendisiydi... Evreni sevgiyle, aşkla yaratmıştı... Alemlere rahmet olan Efendimiz Aleyhisselamın nuruna aşıktı, O nurla alemleri yaratmıştı... İlk yaratılan Efendimiz Aleyhisselamın nuruydu, O nur bütün alemlerin özüydü... Sema O nurun aşkıyla ayakta duruyordu...

Bilim adamları beş milyar, altı milyar yıldan bu yana dünyaya ışıkları yeni yeni ulaşan gezegenlerden söz ediyorlardı... Bu ışıklar ışık hızıyla gelmesine karşın... Bütün yaratılanlarda sonsuz bir kuvvetin izleri görülüyordu hemen... Allah bin bir esmasının tecellisiyle her şeyi kuşatmıştı. Atomdan zerreye, insandan yıldızlara, yağmurdan, kar tanelerine var olan bütün kum taneciklerine bakan, onlardan sorumlu olan melekler yaratmıştı. Her şeyde bir güzellik vardı, her güzellikte bir sevgi, bir aşk vardı. Yaratılan insanların yüzleri, huyları, parmak izleri birbirine benzemiyordu. O’nun birliğine gidiyordu bütün bunlar.

Kar tanecikleri döne döne düşüyorlardı bir mevlevi gibi... Onları yere indiren meleklere bir daha sıra gelmiyordu. Mercekle bakıldığında o kar tanesinin desenleri, en usta bir terzinin el emeği göz nuru nakışlarından daha kudretli ve esrarlıydı. Evrendeki her şey kendi diliyle O’nun birliğini gösteriyordu sanki...

İsm-i azam nuru bir güneş gibi her şeyi kuşatıyordu... Her yaratılan, bin bir esmanın biriyle tecelli ediyordu. Celal dairesi, Cemal dairesi, bazen her ikisi karışık sayısız dairede sayısız tecelliler. Biz onbeş yaşında, otuzunda, yetmişinde miydik? Öyleyse elest meclisindekiler kimlerdi? Yani evvel zaman dışında cisim elbisesini giymeden sevgiler, aşklar yaşayanlar kimlerdi..? Şu evren göreceliydi. Bize verilen bir programa göre evreni algılıyorduk... Bu algı kanununa göre de yaşam sürüyorduk... Oysa aynı evreni cinni insanlar bizim gibi algılamıyorlardı, onlar da bu dünyada yaşam sürüyorlardı. Duvar, taş, demir bizim için somut şeylerdi; oysa onlar için bir gölgeden başka bir şey değildi. Duvardan karşıya geçiyorlardı. Demiri, dağları bir anda geçiyorlardı. Bize gölge neyse onlara da taş, demir oydu. Görebilme, işitebilme dairemizin dışındakileri göremiyor, işitemiyorduk; oysa ruhaniler dairesinde yaratılan diğer alemlerde bunlar görülüyor, işitiliyordu. Ateş bizi yakan bir kanundu. Oysa mağmanın, güneşin içinde çok neşeli bir hayat süren Allah’ın kulları vardı. Bize zaman yirmi dört saatti; oysa ruhanilere göre zaman farklı farklıydı... Evrende de zaman denen döngü çok çok farklıydı... Bizim için seksen yaş, uzun bir yaşamdı, güzeldi... Oysa cinni insanlar için yaş, bin, iki bin, üç bin yıldı kendi zaman dilimlerine göre...

Bu kentin insanları kayboluyorlar yüreğimde... Birileri bizi aldatmış; hani şu yaşınız ondokuz, ellidokuz, seksen filan diyerek... Hem de çok kötü aldatmış... Oysa bu sayılar yukarıdan aşağı inip dünyada sınav için konakladığımız bir serüvenin zaman kesitinden başka nedir ki? Yani... Herkes aynı yaşta... On beş milyar yıl civarında bir yaşta... Yani, evrenle aynı yaşta...

Sonsuz bir hızla sonsuzca giderseniz hangi sona varırsınız? Hiçbir sona... Alemler birbiri içine dürülü... On sekiz bin alem ayrı ayrı yaşama kanunlarıyla birbirine karışmadan aynı alem içinde farklı algılarla tatlarla sonsuzca iç içe... Her alemde Allah’ın (c.c.) kuvvet ve kudreti... Sonsuz güzellikler... Öyleyse aslında bizler ruhlar aleminde Adem Aleyhisselamdan az sonra vardık... Çünkü orası evvel zaman dışıydı; oysa dünya evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken... Evvel zaman dışında ölüm olmadığına göre, evvel zaman içinde ölen ne olur? Cisim olur... Ruh ne olur? Ruh bu evrenin kanununa göre yaratılmamış ki ölsün... İnsan da nurani, zulmani yetmiş bin hicap perdesi vardır... Aşağı iniş, dünyaya geliş ve bunun insan kalbindeki perdeleri, ölüş, kalp gözünün o an açılması tekrar yükseliş –Berzah Alemi- nurani perde... Allah bütün bu perdelerin ardında... Yani insanın, cinlerin perdeli özlerinin özünde...

İnsan ölünce –ki ruh ölmez- Bir alemden diğer bir aleme göçerek yaşamına oranın kanunlarınca devam eder. Burada; meyveler, içecekler, yemekler ona tat vermez; orada kelimeyi tevhitler, dualar, güzel kokular onlara gıda olur. Oradan bakıldığında sonlunun sonsuz olmadığı görülür, dünya denen yerin sanal bir gölge olduğu zulmani olduğu, yokluğa mahkum edildiği iş işten geçtikten sonra anlaşılır, kavranabilir.

Dünyaya beş milyar yıl önce ışığı yeni gelen gezegenden o an dünyanın fotoğrafını çekseydik zaman ne olurdu? Ya da ölen kara delikler, nere de dirilirler? Bir de onların berzahı olan geçişler yok mudur? Allah her şeyi kuşatıp yeni bir alemde değerlendirdiği gibi onları niçin yeni, ruhani bir alemde şenlendirip ruhlara birer uçak gibi, gemi gibi vermesin? Yani bunun imkansızlığı önüne birer duvar koymak pek de akılcı olmasa gerek...

İnsan kuş olur mu? Ya da zaman içinde zaman yaşar mı? Bir anda çok yerde olur mu? Bir başkasının cismine benzer bir şekilde tecelli edebilir mi? Evet... Bunu, ruhun gücüne ulaşmış evliyaların büyükleri yapabilirler. Ruhun son makamındaki evliyalar hem bunları hem de bunlardan fazlasını yapabilirler. Yani bir bahar günü, üfül üfül rüzgarın estiği, çiçeklerin açtığı bir zamanda ağacınızın dalına konan bir üveyik, bir güzel güvercin o evliyanın ruhaniyatı olabilir. Ya da ölümünden yüzyıllar sonra; evinizin kapısını çalan bir fakir, önceki asırda yaşayan bir evliyanın ruhaniyatından bir tecelli olabilir. Evliyaların ism-i azam dairesinde sırları vardır, Allah’ın dilemesiyle bunu yapabilirler. Cisimlerini bir yerde bırakarak pekçok yerde cisimleşip ayrı ayrı işler yapabilirler. Gavslarda bu esrarlar en azam derecededir. Sofrada yemek yerken gördüğünüz ya da yattı uyudu dediğiniz bir gavsın ruhaniyatı Bağdat’ta zikir halkasında, Hindistan da ölene erişmede, İstanbul da sohbette, Allah’ın tecellisi karşısında secdede sınırsız sayıda sınırsız iştedir. Müritler, Şeyhin yakınları şeyh uyandı ya da yemeğini yedi ufkundan öteki işlere nasıl akıl erdirsinler ki..?

“Sahibü’l zaman” dediğimizde mürit ne anlar, insanlar ne anlar? O asrın himmetiyle görevli evliya? Zaman yirmi dört saate hapsedilen, üç yüz altmış beş güne indirgenen haftasının günü yedi olan bir görsellikte mi ki evrende? Beş milyar ışık hızı ötesindeki gezegenlerde zaman nasıl ki? Bir rivayette dünyanın bin yılı ahiretin bir günü denir peki buna göre sabah, öğlen, akşam nerede ki oralarda? Ne mi demek istiyoruz? Sahibü-l zaman Allah’ın yeryüzündeki halifesi, ism-i azamı, Hazreti Peygamberimizin de (s.a.v.) velayetinin temsilcisidir. Öyleyse O on sekiz bin aleme Allah’ın kalbinden teveccüh ettiği on sekiz bin alemin ve buradaki kanunların, yaşama prensiplerinin, zaman algısının, yaşam sürme tarzının da gavsıdır, oradaki zamanlara da dahli vardır Allah sayesinde...

Cinleri görmez misin? Bir anda dünyayı dolaşırlar... Bir anda geçmiş bilgileri alıp getirirler. Kuş olurlar, kedi olurlar, yılan olurlar, deve olurlar, keçi olurlar. Tonlarca ağırlığı kaldırabilirler. Evrendeki bütün boşlukta ışıklar vardır. Cinlerin, radyo aktif dalgaların, güneşin, meleklerin sırala gitsin... Her taraf ışıklar, renkler armonisiyle, dalgalarıyla kuşatılmıştır çepe çevre... Bunları görmeden yana perdeliyiz evvel zaman içinde...

Yani evren ışıktır baştan başa... Bütün bu bilgiler ışığında insanlar ve cinler dünyaya niçin yollanmışlar dersiniz? Dünyayı baki bilip burada sonsuz bir hayat sürmek için mi? Sanmıyorum... Evvel zaman dışından, evvel zaman içine geldiğimiz şu geçici konaklama durağında sınav verip tekrar ya kazanan, ya da kaybeden biri olarak evvel zaman dışına yolculuk yapmak için...

Her iki zamanın Gavsını, Sahibu-l zamanını tanımak mı istiyorsun? Hep diri olan... Azrail Aleyhisselamdan makamca ve yetkice küçük olmayan ve onun yaptıklarının çok ötesinde işler yapmaya gücü olan Allah’ın onun kalbinden alemlere baktığı, onunla konuştuğu yüce bir zattır. Bütün büyük evliyalar da böyledir... Sen ve ben yirmi dört saatin dürbünüyle onlara baktığımızda yalnızca bizim gibi insan görürüz. Evvel zaman dışından bakan evliyalar ise o zatlarda neler görürler, bir de Allah’ın kendilerine ledün verdikleri...

Tasavvuf, tarikat, velayet, aşk yolu denen okullardaki öğretiler yoluyla içte ve dışta nurani, zulmani perdeleri geçerek sonsuz aşkın sahibinin tecellisiyle buluşmak olası ve bu yol hem cinlere hem de insanlara açıktır aslında... Bütün bu sırlara ulaşmanın yoluysa geçek, selahiyetli bir silsiledeki evliyanın elinden biat alıp Allah esmasını, (c.c.) Lailaheillallahı, selavatı, istiğfarı ya da diğer esmalardan sana sevdirilenleri çokça söylemektir, kardeşlerini sevip onlardan asla ayrılmamak, sırlı, tedbirli olmak, Kur’an ve sünnet dairesinde kalarak yollarda hizmet etmektir. Sonsuz aşk yolunun, ışık yolunun süvarisi olmaktır. İşte böyle gerçeğin gölgesi olan biz, gölgenin gerçeği olan gerçek, evvel zaman içinde, evvel zaman dışında...




Dr. Hamza METİNER
 
  • Beğen
Tepkiler: Birindarfatma

Son mesajlar