Modern zaman insanını yönlendiren iki temel duygu olduğunu söyler bir Batılı düşünür: Ego (benlik) ve korku
İfadeye dökerken, modern zamanlar türü bir terkip kullanarak paranteze almak durumunda olduğumuza göre ne bu devrin, ne de bu devre rengini veren kıymet hükümlerinin bizim için mutlak anlamda hayrı ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Çok yönüyle bizi biz yapan değerlerin aşındırıldığı, zamanın ve mekânın bereketsizlik illetiyle mâlûl olduğu, baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknolojinin paradoksal olarak tatminsiz bireyler vücuda getirdiği ve ehl-i imanın temel kodlarından süratle uzaklaştığı meşum bir atmosferden söz ediyoruz.
Evet, daha çok imkâna sahibiz ama yapageldiğimiz işlerden tat alamıyoruz; bereketi yitirdik.
İletişim vasıtalarının gelişmesiyle her iş artık daha kısa sürede gerçekleştirilebiliyor ama yediden yetmişe herkes bir yoğunluk problemi yaşıyor.
Tanıdıklarımızın sayısı iyice arttı ama artık daha az dosta sahibiz.
Çevremiz genişlemeye devam ediyor ama tuhaf bir şekilde yalnızlaştığımızı hissediyoruz.
Kariyer yapan hanımlar çoğaldı ama ümmetin bugün anne özlemiyle büyüyen çocuklar diye bir gündemi var.
Kişiyi komşusuna varis kılacak kertede komşu hukukunu nazara veren bir dinin müntesipleri olduğumuz halde, karşı dairemizde kimin oturduğunu bilemeyecek kadar kendi dünyamıza kapanmış bulunuyoruz.
Bin bir türlü hazırlık sınavına sokup yarış atı misali seküler hedeflere kilitlediğimiz evlatlarımıza yatırım çocuk muamelesi yapmak gibi ciddi sorunlarımız var.
Başarının, nüfuzun, maddi imkânların, zenginliğin ve bir şekilde hedefe ulaşmanın bu ölçüde mutlaklaştırıldığı bir çağın fertleri olarak, bunlardan bağımsız olarak da insanın bir değer ifade edebileceği gerçeğinden habersiz gibi yaşıyoruz.
Maddî anlamda bir kıymet ifade etmeyen insanların manen bile kaale alınmadıkları; dinî çevrelerde bile insanların değerlerinin varlık ve nüfuzları ile ölçüldüğü bir dünyada soluk alıp veriyoruz.
Eskiden, kanaatkâr olmak gibi, dünyaya tamah etmemek gibi, komşusu açken tok sabahlayamamak gibi bir takım ulvî değerlerimiz vardı ve sokakta akıp giden hayat bu tür hasletlerden müstağni olarak yürümüyordu.
O zamanlar düşenin dostu vardı; etrafımız, kara günde imdada koşmaya teşne ahbaplarla çevriliydi.
Dünya kasvetiyle üzerimize çöktüğünde, tutunacak bir dal bulamayacak kadar daraldığımızda, uçurumun kenarına kadar geldiğimizde en samimi duygularla bize elini uzatacak sırdaşlarımız vardı.
Sonra, devran döndü, zaman değişti ve bu kutsî değerler önce hayatlardan, sonra da lügatlerden çıkartıldı.
İnsan unsuru, onun ruh iklimini inşa eden yanları budanarak beşer kavramında ifadesini bulan darlığa indirgenir oldu.
Ve neticede korkularının esiri, benliğinin zebunu, ötelerle bağı zayıflamış, maddiyatı üst-merkezî değer olarak benimsemiş bir tipoloji türedi.
Bugün yaşadığımız derin buhranın temelinde, Allahla irtibatı aşınmış, adanmışlık bilincini yitirmiş ve zikre yabancılaşmış hayatların bulunduğunu kim inkâr edebilir?
Madem düşenler yine düştükleri yerden kalkıyorlar; o halde insanlığı beşeriyete dönüştüren bu yıkıcı anaforun etkisini kırabilmek için de bu asrın babayiğitlerine ihtiyaç var.
Onlar, pazularıyla değil yürekleriyle bu akıntıya karşı duracak; her daim Huzurda olmanın hacaletiyle soluk alıp verecek yiğitlerdir.
Selin önünde sürüklenen kütükler gibi çaresizce yol alan beşeriyetin imdadına yetişebilmek, bu tür bir ruh kıvamını yakalamaya, ihsan şuurunu şiar edinmeye, görmese de her an görüldüğü ve murakabe altında tutulduğu bilinciyle yaşamaya vabestedir.
Maddenin saltanatı iliğimizi kuruttu; kurtuluşu mânâda ve ruhta aramaya ne zaman başlayacağız?
Ve son sual: Hayatlarımızda ne zaman Hasan Basrî (rh) ufkunun izine rastlanacak?
Onu görenler ve tanıyanlar, Sanki 70 yıl Cehennemde yanmış da geri gelmiş gibi bir hayat yaşadığını söylüyorlar ya
Murat Türker
İfadeye dökerken, modern zamanlar türü bir terkip kullanarak paranteze almak durumunda olduğumuza göre ne bu devrin, ne de bu devre rengini veren kıymet hükümlerinin bizim için mutlak anlamda hayrı ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Çok yönüyle bizi biz yapan değerlerin aşındırıldığı, zamanın ve mekânın bereketsizlik illetiyle mâlûl olduğu, baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknolojinin paradoksal olarak tatminsiz bireyler vücuda getirdiği ve ehl-i imanın temel kodlarından süratle uzaklaştığı meşum bir atmosferden söz ediyoruz.
Evet, daha çok imkâna sahibiz ama yapageldiğimiz işlerden tat alamıyoruz; bereketi yitirdik.
İletişim vasıtalarının gelişmesiyle her iş artık daha kısa sürede gerçekleştirilebiliyor ama yediden yetmişe herkes bir yoğunluk problemi yaşıyor.
Tanıdıklarımızın sayısı iyice arttı ama artık daha az dosta sahibiz.
Çevremiz genişlemeye devam ediyor ama tuhaf bir şekilde yalnızlaştığımızı hissediyoruz.
Kariyer yapan hanımlar çoğaldı ama ümmetin bugün anne özlemiyle büyüyen çocuklar diye bir gündemi var.
Kişiyi komşusuna varis kılacak kertede komşu hukukunu nazara veren bir dinin müntesipleri olduğumuz halde, karşı dairemizde kimin oturduğunu bilemeyecek kadar kendi dünyamıza kapanmış bulunuyoruz.
Bin bir türlü hazırlık sınavına sokup yarış atı misali seküler hedeflere kilitlediğimiz evlatlarımıza yatırım çocuk muamelesi yapmak gibi ciddi sorunlarımız var.
Başarının, nüfuzun, maddi imkânların, zenginliğin ve bir şekilde hedefe ulaşmanın bu ölçüde mutlaklaştırıldığı bir çağın fertleri olarak, bunlardan bağımsız olarak da insanın bir değer ifade edebileceği gerçeğinden habersiz gibi yaşıyoruz.
Maddî anlamda bir kıymet ifade etmeyen insanların manen bile kaale alınmadıkları; dinî çevrelerde bile insanların değerlerinin varlık ve nüfuzları ile ölçüldüğü bir dünyada soluk alıp veriyoruz.
Eskiden, kanaatkâr olmak gibi, dünyaya tamah etmemek gibi, komşusu açken tok sabahlayamamak gibi bir takım ulvî değerlerimiz vardı ve sokakta akıp giden hayat bu tür hasletlerden müstağni olarak yürümüyordu.
O zamanlar düşenin dostu vardı; etrafımız, kara günde imdada koşmaya teşne ahbaplarla çevriliydi.
Dünya kasvetiyle üzerimize çöktüğünde, tutunacak bir dal bulamayacak kadar daraldığımızda, uçurumun kenarına kadar geldiğimizde en samimi duygularla bize elini uzatacak sırdaşlarımız vardı.
Sonra, devran döndü, zaman değişti ve bu kutsî değerler önce hayatlardan, sonra da lügatlerden çıkartıldı.
İnsan unsuru, onun ruh iklimini inşa eden yanları budanarak beşer kavramında ifadesini bulan darlığa indirgenir oldu.
Ve neticede korkularının esiri, benliğinin zebunu, ötelerle bağı zayıflamış, maddiyatı üst-merkezî değer olarak benimsemiş bir tipoloji türedi.
Bugün yaşadığımız derin buhranın temelinde, Allahla irtibatı aşınmış, adanmışlık bilincini yitirmiş ve zikre yabancılaşmış hayatların bulunduğunu kim inkâr edebilir?
Madem düşenler yine düştükleri yerden kalkıyorlar; o halde insanlığı beşeriyete dönüştüren bu yıkıcı anaforun etkisini kırabilmek için de bu asrın babayiğitlerine ihtiyaç var.
Onlar, pazularıyla değil yürekleriyle bu akıntıya karşı duracak; her daim Huzurda olmanın hacaletiyle soluk alıp verecek yiğitlerdir.
Selin önünde sürüklenen kütükler gibi çaresizce yol alan beşeriyetin imdadına yetişebilmek, bu tür bir ruh kıvamını yakalamaya, ihsan şuurunu şiar edinmeye, görmese de her an görüldüğü ve murakabe altında tutulduğu bilinciyle yaşamaya vabestedir.
Maddenin saltanatı iliğimizi kuruttu; kurtuluşu mânâda ve ruhta aramaya ne zaman başlayacağız?
Ve son sual: Hayatlarımızda ne zaman Hasan Basrî (rh) ufkunun izine rastlanacak?
Onu görenler ve tanıyanlar, Sanki 70 yıl Cehennemde yanmış da geri gelmiş gibi bir hayat yaşadığını söylüyorlar ya
Murat Türker