Meleklerin bacaklarına bakmayın

Turan

Sp Kullanıcı
31 Ocak 2017
2,092
360
yener yanık

Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım? ...
Yükselmek âsmâna( gökyüzü ) ve gülmek ne tatlı şey! / Tevfik FİKRET

Şairin onlar neden semada dediği: Batı
Ve ben neden çukurdayım dediği: biz…
Dört yüz yıl öncesine kadar dünyaya her yönüyle hükmeden bir gücün temsilcileri olan biz şimdi neden çukurdayız…
Dünyayı öküzün başından ibaret sayan, cennetten endülüjans tapusuyla arsa satan, Dünya yuvarlaktır diyen Galileo’yu giyotinle idam eden, Haçlı seferleriyle her yeri yakıp yıkıp tarumar eden, her şeyi Doğu’dan çalan Batı, neden şimdi semada… Bu soruları evvelden beridir kendime sorarım ve kendimce de soruların cevabı vardır amma, dün gözlerime ilişen bir haberdi bu yazının yazılmasına vesile olan asıl gerekçe… Haber şuydu: Türkiye’nin ilk uçak gemisi TCG Anadolu projesi için İspanya Deniz Kuvvetleri ile işbirliğine ilişkin mutabakat muhtırası Meclis Dışişleri Komisyonu’nda kabul edildi. CHP İstanbul Milletvekili Oğuz Kaan Salıcı, bu gemiyle Hint ve Atlantik okyanuslarına kadar ulaşan binlerce kilometre öteye tabur düzeyinde asker sevk edilip amfibi harekâtlar yapılabileceğini savundu. Salıcı, “Uçak gemileri denizaşırı operasyonlarda kullanılır. Türkiye neden uçak gemisine ihtiyaç duyuyor? Denizaşırı operasyonlara girişme niyeti mi var?” sorusunu yöneltti. Evet ya ne işimiz var uçak gemisiyle… Üstelik hem uçak hem de gemi… Hem deve hem kuş misali… İstikbal göklerdedir diyen bir liderin kurduğu partinin bir vekilinden bu işi daha iyi bilecek değiliz ya biz… “Biz ve uçak, biz ve gemi hayal” “biz ve çukur” gerçek… Oysa hayallerle çıkılan yolda, gerçekler bambaşkaydı. Ama resmi tarih ya da okullarda anlatılan tarih bize bunu anlatmazdı. Korsan ruhu taşıyan, sömürgeci, katil vs… Kristof Kolomp’ları ve diğerlerini Coğrafi keşifler vesilesiyle kahraman olarak öğrenmiş nesiliz biz… Çılgın Türkleri öğrendikçe çılgınlaşacağımız için, çılgınlaşıp dünyaya eskiden olduğu gibi hükmedeceğimiz bilindiği için Vecihi Hürkuş’ları bilmeyiz biz… Vecihi Hürkuş gibi bir çılgını Şener Şen’in Vecihi tiplemesiyle bilen ( makara geçilir bu filimde ) bizlerin, 1936’da ilk Türk uçağını yapan Nuri Demirağ’ı bilmesi de bu minvalde olur ancak… İlk Türk uçağını üretmesine rağmen, izinsiz uçtuğu gerekçesiyle 15 gün ev hapsiyle cezalandırılan Hürkuş, evet yanlış duymadınız, yaptığı uçağa uçuş belgesi almak için uçağın tüm parçalarını sökerek, trenle Çekoslovakya’ya kadar gider. Orada da epey bir şekilde süründürüldükten sonra da nihayet uçağa söktüğü gibi takarak (uçarak ) yurda döner… Bu hevesinden vazgeçmeyen Hürkuş, çok büyük işlere imza atmasına rağmen malum zihniyet tarafından kurban edilir ve icralarla borçlarla geçen bir ömrü tamamlar. Ve cenazesine de ancak üç beş kişi teşrif eder. ( Hürkuş’u daha iyi tanımak için https://paratic.com/vecihi-hurkus-kimdir/ ) Nuri Demirağ ise Hürkuş’tan aldığı bayrağı daha da yükseklere taşır taşımasına da malum zihniyet yine devreye girer… ( Nu. D.38 tipi yolcu uçağı, tamamen Türk mühendis ve iççilerinin ortaya çıkardıkları Türk tipi bir uçaktır. 6 kişilik yolcu uçağının çift pilot kumandası bulunmaktadır. Saatte 325 kilometre hız yapabilmekte ve 1000 km uçabilmektedir. Türk Hava Kurumu, Nuri Demirağ’ın fabrikalarına sipariş vermiş olduğu bu uçakları almaktan vazgeçmiştir. ) ( Nuri Demirağ: 135) İLK UÇAK FABRİKAMIZ VE NURİ DEMİRAĞ - Yeniden Ergenekon : Yeniden Ergenekon ) Erbakan Hoca’nın Anadolu sanayi hamlesini başlatması ve ilk yerli motor fabrikasını kuruş hikâyesi ve ardından Devrim otomobilini üretmeyi başarması da yine malum zihniyet(ler ) in baltalamasıyla anne karnında ölen bebek misali hafızalarımızda yer edinir. ( Beş adet üretilen Devrim… 29 Ekim kutlamalarında deposuna benzin konulmadığı için (unutuldu) seri üretime geçilmeyerek bir rüya başlamadan bitmiş oldu. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in: “Batı kafasıyla araba yaptınız ama Doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttunuz.” sözü kafamızdaki bir taş yarası olmalı ki hala daha otomotiv sektöründe yüzde yüz yerli bir yol alamadık. ) NATO’ya girdikten sonra Marshall yardımları kapsamında hurdaya çıkarılacakken bizlere hibe edilen gemiler ve diğer askeri teçhizatlar ise ayrı bir komedi… Hurdaya çıkan gemiyi hibe et, üç gün sonra parçasını milyon dolarlara biz kerizlere sat… Hem üretimine engel ol hem de enayi parası kazan. Ne akıl değil mi? El’deki akıl böyle ama eldeki akıl başka işte… Çılgın Türkleri tasfiye et, elin hurdasını baş tacı et… Ve bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödemeye mahkûm ol… İşte size en acı örnek… Yıl 1967… Kıbrıs’a çıkarma yapmak istiyoruz. ABD meşhur Johnson mektubuyla İnönü’yü tehdit ediyor. İnönü korkuyor, geri adım atıyor. NATO, hiçbir silahımı kullanamazsın diye tehdit ediyor. Zaten hurdaya çıkan hangi silah kullanıma hazır ki… Bırakın silahı, paraşütümüz bile yok… Hatta kimse bize paraşüt bile satmak istemiyor. Bakın o yılları Süleyman Demirel nasıl anlatıyor… Kıbrıs’a çıkarma yapacaktık ama çıkarma gemimiz yoktu. Kara harekâtı için tank çıkaracaktık, o da mümkün değildi. Hatta nakliye uçağımız ve paraşütümüz dahi yoktu. Velhasıl, amfibi (yüzer-gezer) bir hareket yapmak mümkün değildi. İşin daha da acı tarafı muhabere kopukluğundan yani teknolojik alt yapı eksikliğinden kendi gemimizi kendi uçaklarımızla bombalamış elliye yakın vatan evladını da kendi elimizle şehit etmiştik. Bu imkânsızlıklara ve süper güçlerin tehditlerine rağmen Kıbrıs’a çıkarma yapmış, savaşı kazanabilmiştik. (İşin Perde arkasında Mücahit Erbakan olsa da Kıbrıs Fatihi unvanı Ecevit’e verilmişti. ) 1960 -1980 darbeleriyle batan ekonomi ve üç kuruşa mahkûm edilen Türkiye 2000’li yıllara kadar maalesef her alanda aynı trajedi ile geldi. Başımıza bela edilen PKK’nın elinde emin olun ki 90’lı yıllarda bizden çok daha gelişmiş silahlar vardı. NATO’da müttefikiz dediğimiz ülkelerin kahpelikleri bugüne has değildi elbet… Almanya’dan aldığımız Leopar tankını ( tasarımı Erbakan’a ait ) PKK’ya karşı kullanmamız bizzat Almanların o yıllarda bize dayatmasıydı. Tenekeden barınaklar yapışımız ve adına da karakol deyişimizin bedelini binlerce askerimizi şehit vererek ödediğimiz yıllardı o yıllar… Hatta bundan 8 sene öncesine kadar insansız hava aracına bile muhtaçtık. ABD ile anlık istihbarat paylaşımı konusunda adeta onlara yalvarışımız, İsrail’den aldığımız Heron’ların çoğunun bozuk çıkması ve çalışan Heron’ların da PKK’lılara istihbarat sağlayışı ve bundan dolayı onlarca karakol baskını ve akabinde yüzlerce şehit verişimiz içimizin yokluklardan kanayan yarası olarak zihnimizde çakılı duran gerçeklerdendi. Özellikle ASELSAN eliyle son yıllarda yakaladığımız başarı öyküsü, savunma sanayinde yüzde altmışlara varan yerlilik unsuru, özel sektörde başlatılan hamleler, Milli savaş gemisi, helikopter, uçak vs yüreğimize su serpse de çok çok geç kaldığımız aşikârdı. Elli yıl öncesinden malum zihniyetler sebebiyle kaçan trenlerin bedelini her anlamda çok ağır ödeyişimiz hepimizi kahrediyor. 1952’de katıldığımız Kore Savaşı’nda Güney Kore’nin o günkü hali bizden çok çok gerideyken bugün aynı ülkenin geldiği nokta bizim aleyhimize durumun vahametini ortaya koyuyor. İki Dünya savaşı geçiren Almanya, Atom bombası yiyen Japonya, çamura düşen pirinç tanelerini yiyen Güney Kore ve hatta ve hatta Çin… Gerçek tüm çıplaklığıyla ortada ve ondandır ki bugün onlar semada… Maalesef bizdeki malum zihniyetlerin tesiri Atom bombasından da çok daha tesirliymiş… Öyle ki Atom bombası yiyenler bile nereden nereye geldi. Bunu şimdi çok daha net anlıyoruz aradan geçen yarım asırda… Ne çekmişsek hep bu zihniyetten çektik… İstemezükçü, çarşı her şeye karşı mantığı, kargadan başka kuş tanımamazlık, vizyonsuzluk, geleceği görememezlik, salt muhaliflik vs vs… Bu ülkeye neler kaybettirdi neler, düşmana neler kazandırdı neler… Ne işimiz var Afganistan’da, Suriye’de, Somali’de, Katar’da, Bosna’da, Arakan’da diyen zihniyetlerin atom bombasından daha tesirli oluşlarıydı bizi yakan… Zamanında Boğaz’a yapılan köprüye de karşı çıkan, ülkenin son yıllarda en kritik projelerinin altına takoz koyan, bunun için Gezi zekâlılara, Fetö hainlerine arka çıkan, onlarla omuz omuza olan, gitmedik mahkeme bırakmayan bir zihniyet işte… Yazıyı bu yöreye ait iki fıkra ( yaşanmış ) ve bu zihniyetin dört yüz yıl önceki zihniyet kökleriyle bitirelim...
İsmet İnönü 60’lı yıllarda Trabzon’a gelmiş ve halka sesleniyormuş. Paltosunu da Trabzonlu biri sıkı sıkıya tutup bir taraftan da ters ters de İnönü’ye bakıyormuş… İnönü işkillenmiş ve dönüp bizimkine: Ne tutuyorsun paltoyu, assana bir yere: Bizimki cevap vermiş: La memlekete bi çivu mi çakdun, nereye asacağum…. …………………………………………………
Eski Bakanlarımızdan Faruk Özak Trabzonspor Başkanlığı yaptığı dönemlerde şu fıkra gibi anıyı anlatmıştı: Arçil ve Şota’yı Gürcistan’dan ilk aldığımız zamanlardı. Yaşları 18 bile değildi… Tabi biraz bocaladı ikisi ilk başlarda… Bir maça çıktık, Şota sahada, Arçil yedek… Seyirci dar canlı, tez canlı… Protokolde oturuyorum, arka taraflardan kulağıma ilişen bir diyalog: -La habuni mi bulup aldiler Kürcistan’dan? Diğeri cevap verir: - La hemi da ayni adamdan iki dene aldiler…
İşte bu da bu coğrafyanın zihniyeti… Gelelim tarihi olaya: Fatih Sultan Mehmet döneminde Ali Kuşçu’nun isteğiyle inşa edilen rasathane III. Murat döneminde yerle bir ettirilir. O yıl, İstanbul’da büyük bir depremin oluşu, peşine veba salgınının gelişi sebebiyle rasathane kurban edilir. Gerekçe: Padişahım!Rasathaneden gökteki Meleklerin bacaklarına bakıyorlar…
Hurafelere inanan halk, Kur’an cahili bir Şeyhülislam, vasıfsız, iyi yetişmemiş bir padişah… Ve topyekûn ilimden bilimden, dinden ve Kur’an’ın ruhundan uzak bir zihniyet… Ve çöken bir İmparatorlukla beraber tarumar olan bir medeniyet…
İşte bütün bunlara sebebiyet: Asırlardır değişmeyen aynı ZİH-Nİ-YET…
Biri dini alet ederek mürteci oldu, diğeri Cumhuriyeti…
Anlamak için bir birine zıtmış gibi görünen bu iki zihniyeti…
Fazla kafa yormayın…
,Ezcümle… Meleklerin bacaklarına bakmayın…


trabzonhaber.com.trMeleklerin bacaklarına bakmayın

trabzonhaber
 

Son mesajlar