Kasas sûresinde Musa (a.s)ın hayatından bazı safahatın anlatıldığı ayetlerin bir cümlesinden gönüllere bir yol açılıyor. İmanın en bereketli tezahürü olan hayâyı resmeden bir tablo resmediliyor ki, bizi o cümleye götürecek hâdiseler zincirini kısaca hatırlamamız gerekiyor.
Sûre-i celilenin 15 ila 28.nci ayetlerinde belirtildiği üzere Musa (a.s), bir Kıptiyi haksız yere dövmekte olan hasmına, kavgayı ayırmak üzere bir tokat atınca şahsın ölümüne sebep olur. Tedirgin bir bekleyiş içinde geçen gecenin ardından şehrin öbür ucundan koşarak gelen bir adam; Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal buradan çık! diye yol gösterir. Bunun üzerine Musa (a.s) bulunduğu şehirden gizlice çıkarak Medyene doğru gider
Medyen suyunun başında hayvanlarını sulamak üzere beklerken çekingenlikle geri duran Şuayb (a.s)ın kızlarını görür, davarlarını sulayıverir. Bir gölgeye çekilip her türlü ihsana muhtaç olduğunu Allaha arz eder. Bundan sonra Şuayb (a.s)ın kızlarından birinin, babasının kendisini çağırdığını bildirmek üzere Hazret-i Musanın yanına geldiği anlatılır ki, o cümle şöyledir: Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi (Kasas, 28-25.)
Âyet-i kerimede geçen istihyânın kökü olan hayâ kelimesi sözlükte; Hicab, utanma, edeb, ar, namus ve Allah korkusu ile günahtan kaçınmak şeklinde açıklanıyor. Rûhul-Beyânda ise Ebûbekir bin Tahirin; Bu hanım imanının tam, namusunun şerefli ve nesebinin asil olmasından dolayı utanarak gelmiştir dediği bildiriliyor.
Dikkat edilirse âyet-i kerimede iki kişi arasında geçen muhaverenin aktarılması ile yetinilmiyor. Gelen hanımın yürüyüşü ve hali tarif ediliyor ki, bu tasvir bizi düşünmeye sevk ediyor:
Bir yabancı ile zaruret miktarı konuşmak durumunda olan Müslüman bir hanım nasıl davranmalı, nasıl konuşmalı? Evinde ve sokakta nasıl giyinmeli, nasıl yürümeli? Bakışlarını nasıl kontrol etmeli?
Hayâ imandandır buyuran bir Peygamberin ümmeti, imanın en bereketli semeresini sözlerine ve fiillerine nasıl yansıtmalı? Hayatın gel-gitleri içinde edebe muvafık olanları nasıl ayırmalı? Hakkın huzurunda ve insanlar nazarında kendisini utandıracak olan söz ve fiilleri hayatından nasıl ayıklamalı? Müslümanın her zaman içinde bulunması gereken teyakkuz halini nasıl korumalı? Âyet-i kerimedeki utana utana yürüyen kadın tarifi, bize bunları düşündürüyor
Bugün her şeyden çok ihyasına muhtaç olduğumuz utanma duygusu, imanla birlikte nüfuz ettiği yüreğin sahibini çepeçevre kuşatıyor. Giyim kuşamından yeme içmesine, konuşmasına kadar bütün hal ve tavırlarını imanını besleyecek tarzda geliştiriyor. Edep dairesinde yürümesini sağlıyor. Fikriyatını tanzim ediyor; muhatabının yüzüne söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri düşünmesine mani oluyor. Veyahut muhatabımı incitirim düşüncesiyle hatırlatılması gereken bir yanlışı söylemekten imtina ettiriyor. Bu yönüyle o, yüksek seciyeli insanların sahip olabileceği bir duygudur ki, Efendimiz (s.a.v)in böyle yüksek bir edeple, hane-i saadetlerinde verilen ziyafetten sonra sözü uzatanları ikaz etmekten hayâ ettiği belirtilmektedir. (Bkz; Ahzab, 33/53.)
İbn-i Ömer radıyallahu anhümâdan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v), utangaç kardeşine bu huyunu terk etmesini söyleyen Medineli bir Müslümanın yanından geçerken (bu yöndeki telkinleri yapan kişiyi) şöyle ikaz etmişlerdir: Onu kendi haline bırak. Çünkü hayâ imandandır. (Buhari, İman, 16.)
Riyazüs-Sâlihînde belirtildiğine göre utanma duygusu hakkında konuşan iki ensarîden biri diğerine, gereğinden fazla utangaç olduğunu söylüyordu. Utanmanın insanı haklarını elde etmekten alıkoyduğunu belirterek, bu huyundan vazgeçmesini istiyordu. Peygamberimizin ikazı bunun üzerine gerçekleşmiştir. Burada anlatılmak istenen şu olmalı; İman, insanı fenalık yapmaktan alıkoyduğu gibi, utanma duygusu da çirkinliklere yönelmesine mani olur. İnsana insanlığını hatırlatır. Ona herhangi bir hayvan gibi olmadığını, aklına esen her şeyi yapamayacağını hissettirir. Çünkü hayâ, imanı besleyip geliştirdiği gibi, azaldığı ölçüde imanın önemli bir mahfazası yitirilmiş olur.
Şu halde, kişiyi haklarını elde etmekten mahrum bırakan hayâ değil, korkaklık ve beceriksizliktir. Utanma duygusunun bu tür olumsuzluklarla hiçbir ilgisi olmadığı halde, günümüzde bazı olumsuz telkinlerle insanın bu fıtrî damarı bastırılmaya çalışılmakta ve böylece Müslümana yakışmayan hayâsızlıklar teşvik edilmiş olmaktadır. Halbuki hayâ etmek, yaratılmışlar içinde insana mahsus bir meziyettir. Konumuzu teşkil eden ayet-i kerimede övgüyle söz edildiği ve hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere hayâ, Müslüman simânın alâmet-i farikasıdır. Varlığı, karanlıkları yaran ışığın sönmesine mani olan fânus kadar elzemdir.
Oku / Düşün
İstiâzenin Manası
Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allaha sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Fussilet, 41/36)
Şeytan, sen Allaha secde ederek Ona kulluğunu arz ettiğin için, kalbini Allahtan ayırmaya çalışan en büyük düşmanındır. Halbuki o, bir kere secde etmemekle lânete müstehak olmuştur. Şeytanın şerrinden senin Allaha sığınman ise, onun arzusuna uymamak ve Allahın emirlerini yerine getirmekle mümkündür. Sadece eûzü çekmek veya kovulmuş şeytanın şerrinden Allaha sığınırım demekle mümkün değildir.
Düşünün; bir insana parçalamak için yırtıcı hayvanlar veya öldürmek için düşmanları hücum ettiği zaman sizin şerrinizden şu kaleye ilticâ ederim dese, sonra da kalkıp o kaleye sığınmasa, sadece bunu söylemekle onların zararından kendisini koruyabilir mi? İşte Rahmanın hoşnut olmadığı ve şeytanın sevdiği arzuların peşinden gidenler de aynı durumdadır. Yalnızca euzü çekmek veya şeytanın şerrinden Allaha sığınırım demek onlara herhangi bir fayda sağlamaz.
Şu kadar var ki bu anlamda söylenen söz, iblisin ve başkaca şerlilerin kötülüğünden korunmak için Allahın manevi kalesine sığınma azmi ile birleşmelidir. Allahın kalesine sığınmak ise en başta Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesini çokça söylemektir. Bundan sonrasında emirlerini tutmak ve yasaklarından sakınmaktır. (İhyâu Ulûmid-Din, Cilt, 1. S. 452.)
Cafer Durmuş
Sûre-i celilenin 15 ila 28.nci ayetlerinde belirtildiği üzere Musa (a.s), bir Kıptiyi haksız yere dövmekte olan hasmına, kavgayı ayırmak üzere bir tokat atınca şahsın ölümüne sebep olur. Tedirgin bir bekleyiş içinde geçen gecenin ardından şehrin öbür ucundan koşarak gelen bir adam; Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal buradan çık! diye yol gösterir. Bunun üzerine Musa (a.s) bulunduğu şehirden gizlice çıkarak Medyene doğru gider
Medyen suyunun başında hayvanlarını sulamak üzere beklerken çekingenlikle geri duran Şuayb (a.s)ın kızlarını görür, davarlarını sulayıverir. Bir gölgeye çekilip her türlü ihsana muhtaç olduğunu Allaha arz eder. Bundan sonra Şuayb (a.s)ın kızlarından birinin, babasının kendisini çağırdığını bildirmek üzere Hazret-i Musanın yanına geldiği anlatılır ki, o cümle şöyledir: Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi (Kasas, 28-25.)
Âyet-i kerimede geçen istihyânın kökü olan hayâ kelimesi sözlükte; Hicab, utanma, edeb, ar, namus ve Allah korkusu ile günahtan kaçınmak şeklinde açıklanıyor. Rûhul-Beyânda ise Ebûbekir bin Tahirin; Bu hanım imanının tam, namusunun şerefli ve nesebinin asil olmasından dolayı utanarak gelmiştir dediği bildiriliyor.
Dikkat edilirse âyet-i kerimede iki kişi arasında geçen muhaverenin aktarılması ile yetinilmiyor. Gelen hanımın yürüyüşü ve hali tarif ediliyor ki, bu tasvir bizi düşünmeye sevk ediyor:
Bir yabancı ile zaruret miktarı konuşmak durumunda olan Müslüman bir hanım nasıl davranmalı, nasıl konuşmalı? Evinde ve sokakta nasıl giyinmeli, nasıl yürümeli? Bakışlarını nasıl kontrol etmeli?
Hayâ imandandır buyuran bir Peygamberin ümmeti, imanın en bereketli semeresini sözlerine ve fiillerine nasıl yansıtmalı? Hayatın gel-gitleri içinde edebe muvafık olanları nasıl ayırmalı? Hakkın huzurunda ve insanlar nazarında kendisini utandıracak olan söz ve fiilleri hayatından nasıl ayıklamalı? Müslümanın her zaman içinde bulunması gereken teyakkuz halini nasıl korumalı? Âyet-i kerimedeki utana utana yürüyen kadın tarifi, bize bunları düşündürüyor
Bugün her şeyden çok ihyasına muhtaç olduğumuz utanma duygusu, imanla birlikte nüfuz ettiği yüreğin sahibini çepeçevre kuşatıyor. Giyim kuşamından yeme içmesine, konuşmasına kadar bütün hal ve tavırlarını imanını besleyecek tarzda geliştiriyor. Edep dairesinde yürümesini sağlıyor. Fikriyatını tanzim ediyor; muhatabının yüzüne söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri düşünmesine mani oluyor. Veyahut muhatabımı incitirim düşüncesiyle hatırlatılması gereken bir yanlışı söylemekten imtina ettiriyor. Bu yönüyle o, yüksek seciyeli insanların sahip olabileceği bir duygudur ki, Efendimiz (s.a.v)in böyle yüksek bir edeple, hane-i saadetlerinde verilen ziyafetten sonra sözü uzatanları ikaz etmekten hayâ ettiği belirtilmektedir. (Bkz; Ahzab, 33/53.)
İbn-i Ömer radıyallahu anhümâdan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v), utangaç kardeşine bu huyunu terk etmesini söyleyen Medineli bir Müslümanın yanından geçerken (bu yöndeki telkinleri yapan kişiyi) şöyle ikaz etmişlerdir: Onu kendi haline bırak. Çünkü hayâ imandandır. (Buhari, İman, 16.)
Riyazüs-Sâlihînde belirtildiğine göre utanma duygusu hakkında konuşan iki ensarîden biri diğerine, gereğinden fazla utangaç olduğunu söylüyordu. Utanmanın insanı haklarını elde etmekten alıkoyduğunu belirterek, bu huyundan vazgeçmesini istiyordu. Peygamberimizin ikazı bunun üzerine gerçekleşmiştir. Burada anlatılmak istenen şu olmalı; İman, insanı fenalık yapmaktan alıkoyduğu gibi, utanma duygusu da çirkinliklere yönelmesine mani olur. İnsana insanlığını hatırlatır. Ona herhangi bir hayvan gibi olmadığını, aklına esen her şeyi yapamayacağını hissettirir. Çünkü hayâ, imanı besleyip geliştirdiği gibi, azaldığı ölçüde imanın önemli bir mahfazası yitirilmiş olur.
Şu halde, kişiyi haklarını elde etmekten mahrum bırakan hayâ değil, korkaklık ve beceriksizliktir. Utanma duygusunun bu tür olumsuzluklarla hiçbir ilgisi olmadığı halde, günümüzde bazı olumsuz telkinlerle insanın bu fıtrî damarı bastırılmaya çalışılmakta ve böylece Müslümana yakışmayan hayâsızlıklar teşvik edilmiş olmaktadır. Halbuki hayâ etmek, yaratılmışlar içinde insana mahsus bir meziyettir. Konumuzu teşkil eden ayet-i kerimede övgüyle söz edildiği ve hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere hayâ, Müslüman simânın alâmet-i farikasıdır. Varlığı, karanlıkları yaran ışığın sönmesine mani olan fânus kadar elzemdir.
Oku / Düşün
İstiâzenin Manası
Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allaha sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Fussilet, 41/36)
Şeytan, sen Allaha secde ederek Ona kulluğunu arz ettiğin için, kalbini Allahtan ayırmaya çalışan en büyük düşmanındır. Halbuki o, bir kere secde etmemekle lânete müstehak olmuştur. Şeytanın şerrinden senin Allaha sığınman ise, onun arzusuna uymamak ve Allahın emirlerini yerine getirmekle mümkündür. Sadece eûzü çekmek veya kovulmuş şeytanın şerrinden Allaha sığınırım demekle mümkün değildir.
Düşünün; bir insana parçalamak için yırtıcı hayvanlar veya öldürmek için düşmanları hücum ettiği zaman sizin şerrinizden şu kaleye ilticâ ederim dese, sonra da kalkıp o kaleye sığınmasa, sadece bunu söylemekle onların zararından kendisini koruyabilir mi? İşte Rahmanın hoşnut olmadığı ve şeytanın sevdiği arzuların peşinden gidenler de aynı durumdadır. Yalnızca euzü çekmek veya şeytanın şerrinden Allaha sığınırım demek onlara herhangi bir fayda sağlamaz.
Şu kadar var ki bu anlamda söylenen söz, iblisin ve başkaca şerlilerin kötülüğünden korunmak için Allahın manevi kalesine sığınma azmi ile birleşmelidir. Allahın kalesine sığınmak ise en başta Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesini çokça söylemektir. Bundan sonrasında emirlerini tutmak ve yasaklarından sakınmaktır. (İhyâu Ulûmid-Din, Cilt, 1. S. 452.)
Cafer Durmuş