Sözde Tebliğ Değil, Özde Tebliğ

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
  1. Hudeybiye seferi, her bir karesi her çağın mü'minleri için manidar dersler taşıyan Asr-ı Saadetin şu zor zamanda yaşayan mü'minler için özellikle dikkat gerektiren bir karesidir.
  2. Bu seferin ana unsurları, herhalde, hepimizin mâlûmudur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve ashabı Medine'den Beytullah'ı ziyaret için yola çıkar, ancak Harem sınırlarına giremeden bir engellemeyle karşılaşırlar. Hudeybiye'de konaklamaları sonucunu getiren bu hadisenin akabinde, Mekkeliler ile Resûl-i Ekrem (a.s.m.) arasında bir anlaşma yapılır. Yapılan anlaşmada, zahiren mü'minler aleyhine gözüken hükümler vardır. Hem, anlaşma gereği, o sene Mekke'ye giremeden, bir sonraki yıl umre yapmak üzere gerisin geri Medine'ye dönmeleri icab etmektedir.
  3. Gözlerinde Kâbe'nin tüttüğü, kalblerinin ve zihinlerinin senelerdir tavaf edemedikleri Beytullah'ı ziyarete kilitlendiği sahabiler, bu durum karşısında müthiş bir üzüntü yaşarlar. Hatta, Hz. Ömer gibi bir sahabi Resûlullah'a itirazvari sözler söyleme noktasına gelir. Zira, bu kadar yolu Beytullah'ı ziyaret için ve Beytullah'ı ziyaret müjdesiyle gelmişlerdir; kalbler ve zihinler tam da buna kilitlenmiştir. Ne var ki, bu kilitlenme, yapılan anlaşmanın bir maddesindeki fetih müjdesini gözlerden gizlemektedir. "Mekke ile Medine arasında on yıl süreli bir barış"ı öngören maddedir bu...
  4. Sonuçta, sahabiler Kâbe'yi tavaf ve ziyaret edemeden Medine'ye dönerler. Ve, Hudeybiye'de yapılan anlaşma ile Kureyş müşrikleri ile Medine arasındaki savaş hali geçici olarak ortadan kalktığı için, müşrikler ile mü'minler arasında alışverişler, gidiş-gelişler yaşanmaya başlanır. Birçok müşrik, akrabalarını ziyaret veyahut ticaret kasdıyla, Medine'ye gelip gitmeye başlar. Bu, böylesi insanların, o güne kadar hep ?ikinci elden' haberlerle haklarında bilgi edindikleri mü'minleri kendi gözleriyle tanımalarına, o güne kadar hep müşriklerin anlattıkları üzerinde İslâm hakkında kanaat edinen insanların İslâm'ı bir de mü'minlerin dilinden duymalarına kapı açar. Böylece, ?ikinci elden' çarpıtılmış bilgilerle yahut savaş meydanında ve savaşın getirdiği ruh hali içinde mü'minleri ve İslâm'ı yargılayan birçok müşrik, İslâm'ı ciddiye almaya, İslâm hakkında ciddi ciddi düşünmeye başlar. Mü'minleri, gündelik hayatın içinde; yolda, evde, alışveriş ortamında gözlemleme imkânına kavuşmuşlardır artık. Bütün bu ortamlar içinde onlarda gördükleri insanî vasıflar ise, İslâm'a karşı o güne kadar kaskatı kalmış kalblerini yumuşatacak; birçok müşrik, "Acaba?"dan başlayıp "Neden olmasın?"a uzanan bir muhakeme sonunda, İslâm'la kucaklaşacaktır.
  5. Bu şekilde, Hudeybiye seferini takip eden iki yıl içinde, o güne kadar "yani ondokuz sene içinde" İslâm'a girenlerden daha fazla sayıda insan müslüman olur. Nitekim, Hudeybiye'ye 1400 kişiyle giden Resûl-i Ekrem (a.s.m.) iki sene sonra fetih için Mekke'ye giderken, yanında 10.000 sahabi vardır. Sonraki iki senede ise, bu sayı yüzbini aşacaktır. Bu sırdandır ki, bazı siyerlerde, Hz. Ebu Bekir'e atfen, "İslâm'da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır" sözü aktarılmaktadır.
  6. Taşıdığı bir dizi dersin görebildiğimiz tüm veçhelerini aktarmaya böylesi bir yazının kâfi gelmeyeceği bu büyük hadisenin bugünün ve özellikle bu diyarın mü'minleri için bilhassa dikkat çekilmesi gereken bir veçhesi, İslâm'ın yayılmasında fiilî örnekliğin önemine dair bir örnek teşkil etmesidir. Bir kez daha belirtirsek; pek çok müşrik, o güne kadar kadar mü'minleri yakından görme, İslâm'ı birinci elden öğrenme, İslâm'ın insanlar üzerindeki tesirini kendi gözüyle gözlemleme gibi bir fırsat elde etmemiştir. İslâm'ın ilk yılları tebliğin ancak gizli yapıldığı yıllardır. İmandaki ve de mü'minlerdeki güzelliği görebilmek, ancak Dârü'l-Erkam'a gelebilenler için mümkün olmaktadır. Açıktan tebliğ döneminde dahi, Mekke müşriklerinin engelleme çabaları, Mekke'ye hâkim olan küfrânî ortam, bu ortamın ve bu ortamın hâkimlerinin mü'minâne bir sosyal hayatın gereğince sergilenmesine engel oluşları gibi sebeplerle, imandaki güzelliği hariçte hakkıyla göstermek mümkün olmamıştır. Hicretten sonra Medine'de böylesi bir imanî atmosfer te'sis olunmuştur gerçi; ne ki, bu kez Mekkeliler çok uzaktadır; ve mü'minler ile yüzyüze gelmeleri ancak iman nurunu söndürmek için giriştikleri savaşlarda olmaktadır. İşte, Hudeybiye barışı, böylesi sebeplerle o güne dek mü'minâne bir sosyal hayatı ve de bir mü'minin şahsî hayatını doğrudan doğruya gözlemlemeyi müşrikler için mümkün kılarak, hal diliyle tebliğ imkânını ardına dek açmıştır sahabilere. Onlar da, Kur'ân-ı Hakîm'in dersini ve Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) irşadını tam almış mü'minler olarak, imandaki güzelliği ve İslâm'daki incelik ve derinliği bilfiil belgeleyen halleri ile, binlerce kalbi İslâm'a açmışlardır.
  7. Hal diliyle tebliğin Asr-ı Saadetin her döneminde varolan, ama özellikle Hudeybiye sonrasında olabildiğine dışa vuran bu özelliği, İslâm'ın sonraki asırlarında da çıkar karşımıza. "İslâm'ın kılıçla yayıldığı" yönündeki hâkim oryantalist söylemin tosladığı bir büyük kütle olarak Endonezya, bunun bir örneğidir. Onbini aşkın adadan müteşekkil olup ikiyüz milyona yakın Müslüman barındıran bu ülkenin İslâm'ı kabulünde hiçbir savaşın izi, hiçbir kılıcın tesiri bulunamamıştır. Bilakis, bu ülkeye, keza Malay yarımadasına İslâm'ın gelişi o belde ahalisiyle ticarete girişen Müslüman tacirler ve de sufiler yoluyla olacaktır. Yönetiminin İslâm'ın tebliğine izin vermediği, dolayısıyla "kılıçla fetholunmuş" birçok coğrafyada, meselâ Anadolu'da veya Hindistan'da yaşanan ise, kendi dinini yaşamakta serbest bırakılan yerli halkın, bu beldeye yerleşen Müslümanlar üzerinden İslâm'ı tanıyarak adım adım, gün gün İslâm'la buluşmalarıdır.
  8. Asr-ı Saadetten bugüne, İslâm'ın yayılış tarihi, "haliyle tebliğ"in, "hal diliyle tebliğ"in binbir örneğini sergiler açıkçası. O yüzdendir ki, İslâm'ı seçmiş bir İngiliz İslâmiyatçı olarak T. J. White (Abdulhakim Murad) "İslâm, her zaman, öncelikle işle ilintili sosyal etkileşimler vesilesiyle yayılmıştır" diye yazıyor bir makalesinde. O yüzdendir ki, bilhassa İngiltere'de tebliğ faaliyetleriyle haşir-neşir olmuş bir sima olarak Hişam Zübeyr, yaşadığı tecrübelere dayanarak, İslâm'ı yaymanın formülünü "örnek olmak" ve "barışçı yollar" şeklinde özetliyor. Bediüzzaman Said Nursî'nin neredeyse yüzyıl önce, "Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler" demesi de bu yüzden!
  9. "Hal diliyle tebliğ"in bu kritik önemini ve önceliğini açıkça ortaya koyan birçok belge ise, internet sayfaları arasında bulunuyor. İslâm'ı seçmiş birçok Batılının ihtida öykülerini anlattıkları sitelerde, İslâm'a geliş sürecinde dinini lâyıkınca yaşayan bir Müslümanla karşılaşmanın tesirini açıkça görüyor insan. Bu ihtida öyküleri arasında dolaşırken görülüyor ki, birçok gayrimüslimin İslâm'a gelişindeki en önemli unsur, tanışmalardır. Birçok muhtedi, İslâm hakkındaki yanlış bilgilerine, medyadaki çarpıtılmış İslâm imajına, kendi egosantrik ve etnosantrik eğilimlerine mukabil, hayatı boyu tanımış olduğu ilk Müslüman(lar)ın kendinde uyandırdığı tesire binaen kalbini İslâm'a açmıştır. Bu Müslümanların yüzlerine akseden sekinet ve huzur hali, sabır, dürüstlük, ince ruhluluk, samimiyet, sadakat Sözden veyahut yazıdan çok, bunlardır onları etkileyen. Birçok muhtedi, meselâ bir üniversite öğrencisi olarak, hayatında tanıdığı ilk Müslüman(lar)ı önce uzaktan gözlem altına almış; onların hayatlarına ve fiillerine akseden bu imanî özellikleri tecrübe ettikten sonradır ki onlarla bilfiil temas kurmaya başlamış; ancak bu "hal diliyle tebliğ" sürecinden sonra, doğrudan İslâm'a dair sorular sormaya başlayıp en sonunda İslâm'ı seçme gibi bir bahtiyarlığı yaşamıştır.
  10. Müslüman kimliği taşıyan güzel insanların yaşayışlarıyla sergiledikleri bu güzel örnekliğin "hidayete gelme" şeklindeki sonuçlarını okurken, öte taraftan, Müslüman kimliği altında İslâm'a yakışmayan kaba haller sergileyen başkaca kişileri "Müslümanların örneği" olarak tanıdığı için İslâm'a gelememiş insanların sayısını da merak ediyorum şahsen. Peşisıra, şöylesi soruları düşünmeden edemiyorum: Bugün yolda çocuğuma karşı kaba bir davranış sergilemişsem, bunun birileri tarafından İslâm hanesine ve İslâm'a karşı yazıldığının farkında mıyım? Otobüste, işyerinde, eş-dost ziyaretinde sergilediğim halin, birilerinin İslâm'a karşı ısınmasına veya soğumasına yol açma gibi bir boyutu olduğunun farkında mıyım? Dindar olduğu anlaşılan filan kişinin sergilediği hiddetin, öfkenin veya verdiği söze aykırı hareketin bazı kalblerde İslâm'a karşı yol açtığı soğumayı, bu kişi biliyor ve böyle bir sonuca yol açmayı gerçekten istiyor mu? Peki, sabahleyin işe giderken komşunun çocuğuna ve yan sokaktaki bakkala tebessümle hayırlı günler dileyen hacıamcanın, bu davranışıyla bazı kalblerde hidayet yolunu süsleyecek tohumlar ektiğinin farkında mıyız?
  11. Velhasıl, farkında olalım olmayalım, birileri İslâm'ı Müslümanlar üzerinden yargılıyor.
  12. Madem öyle, imanın güzelliğini yansıtır bir hal ile hallenmek, sadece kendi kulluğumuz açısından değil, başkalarının hidayetine mani olmamak açısından da bir zaruret olarak karşımızda demektir. Yaşanan tecrübeler, sözde tebliğden önce özde tebliğin önemini ve önceliğini bildirmektedir.
  13. Metin Karabaşoğlu
 
  • Beğen
Tepkiler: Hayali_delibal

Son mesajlar