ABDULLAH-I DEHLEVÎ (rahmetullahi aleyh

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Hindistan’da yaşayan âlim ve evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen âlim ve velîlerin yirmi sekizincisidir. Meşhûr ismi Abdullah, babasının ismi Abdüllatîftir. Gulâm-ı Ali diye de bilinir. Seyyid olup, hazret-i Ali soyundandır. 1745 (H. 1158) senesinde Hindistan’ın Pencap eyâletinin Bitâle kasabasında doğdu. Evliyanın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerine talebe olup, onun sohbetleriyle kemâle geldi ve zamanının bir tanesi oldu. Pek çok kerametleri görüldü. Binlerce talebe yetiştirdi. Zamanındaki devlet adamlarına, âlimlere ve cemiyete hükmeden kimselere mektuplar yazarak nasîhat etti. 1824 (H. 1240) senesinde Dehli’de vefat etti.

Babası Abdüllatîf Efendi, riyazet ve mücâhede eder yâni nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Allahü teâlânın yasaklarından ve şüpheli şeylerden şiddetle sakınır, bu suretle tasavvuf yolunda olgunlaşıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı. Abdüllatîf efendi, oğlunun doğumundan bir gün önce rüyasında hazret-i Ali’yi gördü. Hazret-i Ali ona, doğacak oğluna kendi ismini (Ali) koymasını tavsiye etti. Annesi de o günlerde rüyasında Abdülkâdir-i Geylânî’yi görmüştü. O da kendi ismini koymasını tavsiye etmişti. Evliyâullahtan olan amcası da sevgili Peygamberimizi rüyasında görmüş, Peygamber efendimiz, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emr buyurmuştu. Çocuk doğduğu zaman; babası Ali, annesi Abdülkâdir, amcası da Abdullah ismini verdiler. Abdullah-ı Dehlevî beş-altı yaşına geldiği zaman, kendisine Ali demekten haya edip, Ali’nin hizmetçisi mânâsına, Gulâm-ı Ali dedi. Gulâm-ı Ali olarak tanındı. Daha sonra bu ismi ve Abdülkâdir ismi ile çağrılmaz olup, Abdullah ismi meşhûr oldu. Abdullah-ı Dehlevî, küçük yaşından îtibâren babasının yanında ilim öğrenmeye başladı. Onüç yaşına gelince, babası onu, hocası olan Nâsıruddîn Kâdirî hazretlerinin sohbetinde bulunup, ilim öğrenmesi için Dehli’ye götürdü. O sırada Nâsıruddîn Kâdirî vefat ettiği için görüşmek mümkün olmadı. Bunun üzerine babası; “Ey oğlum! Ben seni üstadım Nâsıruddîn hazretlerinden ilim öğrenip, onun terbiyesi altında yetişmen için getirmiştim. Ne yapalım, nasîb değilmiş. Şimdi serbestsin. Mübarek kalbine nereden bir marifet kokusu gelir, seni yetişdirecek bir âlim ve velî buîabilirsen ona gidip büyüklerin yolunu öğrenebilirsin” dedi.

Dehli’de Allah adamlarının sohbetlerinde bulunmaya gayret sarfeden Abdullah-ı Dehlevî, Hâce Zübeyr ve onun talebelerinden; Ziyâullah, Abdül-adl, Hâce Nâsıruddîn’in oğlu Hâce Mîr Dürer, Mevlânâ Fahreddîn, Fahr-i Cihân-ı Çeştî Devlevî, Hâce Nânû, Hâce Gulâm-ı Çeştî gibi zâtların sohbetleriyle şereflendi. Yirmi iki yaşına kadar onlardan; tefsir, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yolunda da yetişmek istedi. Yirmi iki yaşına geldiğinde, zamanının bir tanesi, zahirî ve bâtını ilimler hazînesi Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleriyle karşılaştı ve kendisini talebeliğe kabul buyurması için yalvardı. O da; “Evlâdım! Bizim yolumuz, tuzsuz taş yalamak gibidir. Bunun için, sen kendine zevk ve şevk ile dolu olan yerler bul” buyurdu. Onun büyüklüğünü anlayan Abdullah-ı Dehlevî ise; “Ben de tuzsuz taş yalamayı murâd ediyordum. Bunu hepsinden çok seviyorum. Ne olur bu fakiri kabul buyurunuz” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri onu talebeliğe kabul edip, önce zahirî ilimleri öğretti. Sonra da tasavvufta yetiştirmeye başladı. Nakşibendiyye yolunun edeblerini öğretti. On beş sene Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerinin sohbetinde kalan Abdullah-ı Dehlevî, tasavvuftaki dereceleri geçti. Zahirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere ulaşması üzerine, Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri ona icazet (diploma) verdi ve talebe yetiştirmekle vazifelendirdi.

Abdullah-ı Dehlevî, Mazhar-ı Öân-ı Canan hazretlerinin sohbetinde kaldığı on beş sene içinde çektiği riyazet ve yaptığı mücâhedeyi şöyle anlatır: “İlk zamanlar geçimimde, zorluk ve güçlüklerle karşılaştım. Elimde olan ne kadar dünyâ malı varsa hepsi gitti. Allahü teâlâya tevekkülü ahlâk edindim. Eski bir hasırı yatak, bir tuğlayı yastık edindim. Bir elbiseyi yıllarca giydim. Bu şekilde on beş sene kanâat kösesinde oturdum. Bir defasında o kadar çaresiz kalıp bitkin düştüm ki; artık, bulunduğum bu hücre, benim mezarım olacak diye düşünmeye başladım. İşte bende bu düşünce hâsıl olunca, Allahü teâlânın yardımı ulaştı. Onun ihsan denizine gark oldum. Kalb gözüm açıldı. Melekler âlemini görmeye başladım. Ondan sonraki günlerde hücreme bir kimse gelip; “Kapıyı açınız” dedi. Açmadım. Tekrar; “Açınız” dedi. Yine açmadım. Bunun üzerine pencereden bir mikdar para atıp gitti.”

Abdullah-ı Dehlevî, hocasının vefatından sonra talebe yetiştirmeye başladı. Alim ve sâlih kimselerden yüzlerce kimse gelip, onun ilim meclisiyle ve sohbetiyle şereflendi. Teveccühleri bereketiyle yüksek makamlara kavuştular. Bunların en başta geleni, Bağdad’dan gelen Mevlânâ Hâlid hazretleridir.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine çok kimseler gelir, hastalıklarından kurtulmak için dua etmesini isterlerdi. O da dua eder, hastalıklarından Allahü teâlânın izniyle kurtulurlardı. Ancak, ömrünün sonuna doğru, kendi bedenine üç tane hastalık arız olmuştu.. Bu hastalıkları sebebiyle güçsüz kalmış, ibâdetlerini şevkle, fakat sıkıntıyla yapar hâle gelmişti. Bu sıkıntılı hâlini bilen dostları ona; “Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden dua istiyor, cenâb-ı Hak da dualarınızı reddetmiyor. Her gelen huzurunuzdan şifâya kavuşmuş olarak ayrılıyor. Hâlbuki kendi üzerinizde birden fazla hastalık var. Dua buyursanız da bu dertlerden kurtulsanız” dediler. O da cevaben; “Onlar, hastalıklarından kurtulmak için dua istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın gönderdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için razıyız. Dert ve belâlar kemend-i mahbûbdur. Allahü teâlâ bu dertleri, sevdiği kullarından dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, onlara sabretmeyi isteriz” buyurdu.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, ömrünün sonuna doğru hastalıkları iyice fazlalaştı. Basur hastalığının kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov’da bulunan Ebû Sa’îd Fârûkî’ye mektup yazarak, vefatından sonra yerine onun geçmesini bildirdi. Bu mektup üzerine kısa zaman içinde yanına gelen Ebû Sa’îd Fârûkî’ye şu vasiyetnameyi yazdırdı: “Devamlı zikr ediniz. Büyüklere bağlılığınızı muhafaza ediniz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla iyi geçininiz. Kaza ve kader hususunda. nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve feragat üzere, olunuz. Benim cenazemi âsâr-ı nebeviyyenin bulunduğu Dehli’deki Büyük Câmi’ye götürünüz, Allah’ın Resûlünden şefaat isteyiniz!” Sonra buyurdu ki: “Hâce Nakşîbend Buharî (rahmetullahi aleyh); “Bizim cenazemizin önünde;

Huzuruna müflis olarak geldim


Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim

Şu boş zenbilime elini uzat


O mübarek eline güvenirim

beytlerini okuyun” buyurmuşlardı. Ben de bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin okunmasını istiyorum:

Kerîm’in huzuruna azıksız geldim,


Ne iyiliğim var ne doğru kalbim!

Bundan daha çirkin hangi şey olur


Azık götürürsün, O ise Kerîm.”

Bir Cumartesi günü idi. Yanında bulunanlara; “Çabuk Meyan Sâhib’i (yâni Ebû Sa’îd Fârûkî’yi) çağırınız!” buyurdu. Ebû Sa’îd hazretlerini çağırdılar. O kapıdan girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde 82 yaşındayken, 1824 (H. 1240) senesinde Safer ayının 22. gününde vefat etti. Onun vefat haberini duyan binlerce kişi toplandı. Cenaze namazını, Dehli’deki Büyük Câmi’de, Ebû Sa’îd Fârûkî hazretleri kıldırdı. Vasiyeti üzerine, Büyük Cami bahçesindeki, üstadı Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerinin kabrinin sağ yanına defn edildi.

Abdullah-ı Dehlevî, günlük hayâtını hadîs-i şerîflere uygun olarak geçirfrdi. Çok az uyur, teheccüd namazına kalkar, namazdan sonra yatmaz; Kur’ân-ı kerîm okur, murakabe ve Allahü teâlâyı zikr ile meşgul olurdu. Sabah namazını evvel vaktinde cemâatle kılar, talebeleriyle birlikte işrak vaktine kadar Allahü teâlânın yüce ismini zikrederlerdi. Herbirtalebesine ayrı ayrı teveccüh ederek, onların tasavvuf yolunda ilerlemelerini sağlardı. İşrak vaktinden sonra talebelerine hadîs ve tefsîr dersi verirdi. Ziyarete gelenleri kabul edip onlara ikramlarda bulunur, onlarla kısaca görüşür, sıkıntılarını giderdikten sonra gitmelerine müsâde ederdi.

Öğleye doğru birazcık yemek yerdi, öğleye yakın sünnet-i şerîfe uymak için bir müddet kaylûle yapar, ezan okunduğunda, kalkıp namazı cemâatle kılardı. Talebelerine; “Adâb-ül-Mürîdîn”, “Nefâhat” ve benzeri kitapları, daha sonra ikindiye kadar tefsîr, fıkıh ve hadîs ilimlerini okuturdu. İkindi namazından sonra yine hadîs-i şerîf ve “Mektûbât-ı Rabbânî”, “Avârif-ül-meârif” ve “Risâle-i Kuşeyriyye” gibi eserleri okur ve açıklardı. Akşam namazını kıldıktan sonra Allahü teâlâyı zikr eder, talebelerinin, evliyalık makamlarında pay sahibi olmalarına çılışırdı. Akşam, çok az, bir kaç lokma yemeğini yer, yatsı namazını kılardı. Gecenin çoğunu zikr ile geçirir, uykusu geldiği zaman seccadesi üzerine sağ yanı üzere yatardı. Ayaklarını uzatarak yattığı hiç görülmedi. Sert ve kalın elbise giyerdi. Cömertliği dillere destan olup, hayası o kadar çoktu ki, insanlarla göz göze gelmemeye çalışır, aynada kendi yüzüne dahi bakmazdı. Müslümanlara karşı o kadar şefkat ve merhamet sahibiydi ki, kendisine kötülük yapanlara bile gece seher vakitlerinde dua ederdi.

Abdullah-ı Dehlevî’nin meclisinde dünyâ kelâmı konuşulmazdı. Birisi gıybet etmeye kalksa, ona; “Kötülenmeye lâyık olan benim” buyururdu. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini anlatır, yasak ettiklerinden kaçınmaları için çok gayret sarf ederdi.

Zamanının pâdişâhına bile çekinmeden, emr-i bilmârûf ve nehy-i anil-münkerde yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğde bulunurdu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli olur korkusuyla mubahların fazlasını terk eder, dünyâya hiç bir zaman meyi etmezdi. Hiç kimseden bir şey istemezdi. Zamanın pâdişâhı ve diğer devlet adamları dergâhta harcanmak üzere para gönderir, kabul buyurması için yalvarırlardı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, Şehzade Mirza Cihangîr’e yazdıkları bir mektuplarında şöyle buyurdular: “Mektubuma Besmele ile başlıyorum. Allahü teâlânın yardımları, ihsanları zât-ı âlinizi kaplayıp, her yerde muzaffer, mavaffak ve makbul kılsın! İslâm’ın sünneti olan selâm ve isteklerin yerine gelmesi için duadan sonra, fakîr Gulâm-ı Ali’den, gördüğünüz rüyanın tâbirini soruyorsunuz. Uyku, hayret verici bir âlemdir. Çok kere oraya vehim ve hayâl karışır. Geçmiş ve gelecek hâller de orada görülür. Bâzan ilgisiz bir kimse, rüyada bâzı hâller görür ve; “Benim hâllerim bunlardır” diye tahayyül eder. Bunların hepsi vehimdir. Bâzan bunlar, sırf şeytanın tasarruf ve te’siri ile olur. Birisi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme geldi ve; “Ben rüyamda başımı kesilmiş gördüm” diye arz etti. Buyurdular ki: “Şeytan seninle oynamıştır.”

Bâzan, namaz ve zikir için uyandıran korkunç rüyalar görülür. Eshâb-ı kiramdan Berâ bin Azib, rüyasında; teheccüd namazı kılarken, bir öküzün kendisine boynuz vurduğunu ve okumak âdeti olan sûre-i Bekara’yı geciktirdiğini gördü. Derhal uyandı, teheccüd namazı kılmaya ve Bekara sûresini okumağa başladı.

Bâzan rüyalar, vücuddaki maddelerin çoğalmasına uygun olarak görülür. Meselâ, safranın artmasında sarılıklar, kanın artmasında kırmızı şeyler görülmesi gibi... Bunun gibi rüyalara, sıcak ve soğuk gıdalar da te’sir eder. Karışık rüyalar, îtibâr edilmeyecek boş düşlerdir.

Sizin gördüğünüz rüyanın kısımları da böyledir. Hatırınızı hoş tutunuz, endişe etmeyiniz. Sığır cinsinden bir sadaka veriniz ve Allahü teâlâya sığınınız. Hadîs-i şerîfde: “Sadaka belâyı defeder” buyruldu. Belâların defi ve sadakanın kabulü için yalvararak kalbinizden niyet ediniz. Böylece hadîs-i şerîfin şaşmaz doğruluğuna uyulmuş olur. Mevsim soğuktur. Fakirlere örtünecek bir şeyler veriniz ve belâların defedilmesini dileyiniz. Allahü teâlâ sizi yüceltsin ve selâmette kılsın. Sabah ve akşam yatarken, bir kere Âyet-el-kürsî, üçer ihlâs ve Mu’avvizeteyn sûrelerini okuyunuz. Bunu âdet edininiz. Böylece cenâb-ı Hakk’ın hıfzına, nimetlerine kavuşursunuz. Vesselam.” (12. Mektûb)

Abdullah-ı Dehlevî’nin, Peygamber efendimize çok fazla muhabbeti vardı. Şerefli ismini duyduğu zaman, kendinden geçecek gibi olurdu. Kur’ân-ı kerîmi okumaktan ve dinlemekten çok zevk alırdı. Eğer şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar dinlerse, düşer kalır ve; “Daha okumayınız dayanamıyorum” derdi. Ekseriye Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sini okutup dinler, onunla vecd hâline kavuşurdu.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin dillerde dolaşan kerametleri toplansa, ciltler dolduracak kadar çoktur.

Kerametlerinin en üstünü, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınması ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine sıkıca bağlı olmasıdır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, kendine gelen tâliblerin gönüllerine tasarruf eder, Hakk’ın feyz ve bereketlerini onların kalblerine akıtır, kaiblerini devamlı olarak Allahü teâlâyı anar hâle getirirdi.

Bununla beraber dünyâya ait kerametleri, ilâhi ilhamlarla gaybden haber vermeleri de çok idi. İnsanların müşküllerini çözer, dert ve istekleri için dua ederdi. Gelenlerin işleri, onun duası bereketiyle hallolurdu.

Talebelerinden Mevlevî Kerâmetullah, Zât-ül-cenb hastalığına yakalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri elini, hastanın üzerine temas ettirince, Allahü teâlânın izniyle iyileşti.

Dehli Câmii’nin imamının çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir gece rüyada Abdullah-ı Dehlevî hazretleri evine gelip, hasta oğluna bir şey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamamen iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Ertesi gün biraz para alıp huzuruna geldi ve; “Bunu kabul ediniz” diye arz etti. Abdullah-ı Dehlevî tebessüm edip; “Bu bizim geceki hizmetimizin karşılığı mıdır?” diyerek, geceki durumu açıkladı.

Abdullah-ı Dehlevî bir gün Hâkim Nâmdâr Hân’ı ziyarete gitti. Onu, Sekerât-ül-mevt (ölüm sarhoşluğu) hâlinde, gözlerini kapamış ve şuuru gitmiş olarak buldu. Yakınları; “Allahü teâlâya, hastalığının gitmesi için dua ediniz” dediler. O da hastaya bir baktı. O anda hastanın şuuru yerine geldi ve gözlerini açtı. Bir müddet rahat olarak onunla konuştu. Sonra Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kalkıp dışarıya çıkınca hasta vefat etti.

Bir kimse Abdullah-ı Dehlevî’ye gelerek, çocuğunun iki aydan beri kayıp olduğunu ve çocuğun bulunması için dua etmesini istedi. Abdullah-ı Dehlevî de; “Çocuğunuz evdedir” buyurdu. Gelen kimse şaşırarak; “Ben şimdi evden geldim” dedi. Tekrar; “Evinize gidiniz, çocuğunuz evdedir” buyurdu. O kimse emre uyarak evine gidince, çocuğunu gerçekten evde buldu.

Bir defasında Dehli’de kıtlık ve kuraklık zuhur etti. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve yağmur yağdırması için Allahü teâlâya dua etti. Bir saat geçmeden yağmur yağmaya başladı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, binlerce âlim ve evliya yetiştirdi. Bunların en meşhûrları; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Ebû Sa’îd Fârûkî, Mevlânâ Beşâretullah, Mevlânâ Pirzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Can, Mevlânâ Fadl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa’dullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Mağribî, Mevlânâ Pîr Muhammed, Mevlânâ Muhammed Münevver gibi zâtlardır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kıymetli eserleri ise şunlardır:

1-Makâmât-ı Mazhariyye: Bu eserinde Hocası Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerini Fârisî olarak pek güzel anlatmaktadır.

2-Mekâtib-i Şerîfe: Bu kıymetli eserinde de çok faydalı bilgi ve sırları açıklayan çeşitli yerlere yazdıkları Fârisî mektupları mevcuddur.

3-Dürr-ül-Meârif: Bu eser, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetlerini ihtiva etmektedir. Talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî tarafından toplanarak kitap hâline getirilmiştir ve Fârisîdir.

Bu kitapların üçü de İstanbul’da İhlâs Vakfı tarafından neşr edilmiştir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de, Dîvân’ında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin fazîlet ve üstünlüklerini anlatmışlardır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kalblere şifâ olan kıymetli sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Dünyâ sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı da küfürdür.”

“Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur. Ey insan! Kime tâbi isen ona kul olursun.”

“İnsanlar dört kısımdır: Nâmerdler, merdler, civânmerdlervefertlerdir. Dünyâyı isteyen nâmerd, âhıreti isteyen merd, âhıretle birlikte Hak teâlâyı isteyen civânmerd, yalnız Hakk’ı isteyen ferddir.”

“Bizden konuşan, bizim elbisemizi giyinir ve bizim tavrımızı seçmiş olur.”



1) Hadâik-ül-verdiyye; sh. 209

2) İrgâm-ül-merîd; sh. 70

3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-6, sh. 77

4) Âdâb;sh.10

5) Makâmât-ı Mazhariyye; sh 159

6) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 190

7) Hadîkat-ül-evliya; sh. 122

8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 431, 701, 734, 920, 957, 979, 1081

9) Behcet-üs-Seniyye; sh 8

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 282

11) Reşehât Zeyli;sh. 72

12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 18
 

Son mesajlar