Ahîlik

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Kardeşlik, esnaf ve san’atkarlar birliği teşkilatı. Koku Arabça ah kelimesi olup, ahi olarak Türkçe’de de kullanılmaktadır. Türkçe olan ve eli açık, cömert, yiğit manasına gelen akıkelimesinin zamanla değişerek, ahi şeklini alması da ihtimal dahilindedir. Arabça ah kardeş, ahide kardeşim manasındadır. Ahîlik, ıstılahda; esnaf ve san’atkarlar birliği, teşkilatta da; Anadolu şehir, kasaba ve hatta köylerindeki esnaf ve san’atkar kuruluslarının eleman yetiştirme, işleyiş ve düzenliliklerini teftiş eden bir müessese manasındadır.

Türkler İslâm dinini kabul etmekle şereflendikten sonra, Türkistan’dan Anadolu’ya kadar olan sahada esnaf ve san’atkarlar arasında bir bağhlik ve kardeşliğin ancak bir teşkilatla devam edeceğine inanıyorlardı. Böylece İslâm aleminde zaten mevcud olan ve güzel ahlâkın en yüksek mertebesi şeklinde bilinen fütüvvetle yakından münasebet kurdular. Cömertlik, mertlik ve mürüvvet manalarına gelen fütüvveti kendilerine has bir üslubla geliştirerek, kardeşliği, birliği kurdular.

Üzerinde ehemmiyetle durulan Fütüvvet müessesesi, eskiden beri müslümanlar arasında mevcud idi. Hatta, fütüvvete mensub olanların nasıl hareket edeceklerine dair, fütüvvetnameismi verilen eserler yazılmıştı. Bu müessese, uzun müddet faaliyet gösterdikten sonra zamanla unutuldu.

Abbasî halifesi Nasir bin Mustedî (1180-1225), fütüvvet zümrelerini yeniden teşkilatlandırmak için faaliyete geçti. Fütüvvetname adı verilen tüzüklerle, bu kurulusun usül ve kaidelerini yeniden tesbit ve tanzim etti. İslâm hükümdarlarına mektuplar yazarak, fütüvvet teşkilatları kurmalarını, kendilerinin de fütüvvet kemeri kuşanıp, fütüvvet salvan giymelerini istedi.

Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti’nin elçisi olarak Bağdad’a giden, Sadreddin-i Konevî’nin babası Mecdüddin İshak’a, Selçuklu sultanının da bu işte itina göstermesi için bir mektup verdi. Mecdüddîn İshak da zaten temel olarak mevcud olan bu teşkilatı yeniden te’sis edip, insanları bir araya toplamak için; Muhyiddîn-i Arabî, Evhaduddîn Hamîd Kirmanî, Ahî Evren gibi tasavvuf alimlerini Bağdad’dan Konya’ya davet etti. Onlar da bu davete uyup, Allahü teâlânın rızası için, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve beraberliği aşılamak gayesiyle Anadolu’ya geldiler.

Bilindiği gibi müslüman Türkler (Selçuklular) on birinci asrın ikinci yarısında Anadolu’ya girmeye başlamışlardı. Bunlar, büyük bir ekseriyetle göçebe halinde idi. Aldıkları Anadolu topraklarında yavaş yavaş köylere, kasabalara ve şehirlere yerleşiyorlardı. Fakat, ticaret, müslüman olmayan yerli Bizans halkının elinde idi. Hatta uzun müddet onların ellerinde kaldı ve bir asır kadar devam etti.

On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzeyi ile kuzey batısı arasında, bir zulüm ve katliam başlamıştı. Başlarında, dünyanın en büyük din düşmanlarından, meşhûr zalim ve kan dökücü Timuçin olarak da tanınan Cengiz’in bulunduğu Moğol çapulcuları, on beş yıl gibi kısa bir müddet içinde, dünyanın siyasî haritasını adeta altüst ettiler, korkunç katliamlarda bulundular. Bunun üzerine orta Asya’da bulunup göçebe halinde yaşayanlar kaçmak mecburiyetinde kaldı. Zulüm durmak bilmeyip, artarak devam edince, esnaf ve yerli kimseler de can havliyle oralardan göç edip Anadolu’ya geldi. Bunlar müslüman Türklerdi. Onların Anadolu’ya gelmeleri esnaf arasında bir birlik ve nizamın sağlanmasını ve bir teşkîlatın kurulmasını zarurî kıldı. Çünkü bunlar, müslüman olmayan yerli esnaf ile kendilerini takib eden hatta kovalayan Moğol zalimlerinin aralarında kalmışlardı. Bu durumda müslüman Türkler düşmanlarına ve yerli esnafa karşı teşkîlatlanmak, aralarında birlik kurmak mecburiyetinde kaldılar. Bu mecburiyeti pek iyi kavrayan, anlayan alim ve velî zatlar idi. Zaten Moğol zulmünden Anadolu’ya gelen Türkmen göçebeleri, ilim ve san’at sahiplerini dolayısıyla kültürlerini de beraberlerinde getirdiler. Horasan’dan gelen Mevlana Celaleddîn Muhammed Rumî de Anadolu Selçuklu sultanının davetiyle Konya’ya yerleşti. Büyük mutasavvıf, gönül sultanı Celaleddîn-i Rumî, Anadolu insanından çok hürmet ve iltifat gördü. Mevlevilik her tarafa yayıldı.

Muhyiddin ibni Arabî ve hocası Evhaddudin’le birlikte Ahî Evren de Anadolu’ya gelmişti. Ahî Evren hocasının kızı Fatıma Bacı ile evlendi. Mürşid-ül-kifaye ve Yezdan-şinaht adlı eserlerini Sultan Alauddîn Keykubad’a takdim etti. Hocası ve kayınpederi, Evhaduddîn’le birlikte Anadolu şehirlerini dolaştı. Vazlarında, hususiyle esnafa İslâmiyet’i anlatarak, dünya ve ahıret işlerini düzenli ve intizamlı hale getirmeleri için nasîhatlerde bulundu. Hocasının vefatından sonra Kayseri’ye yerleşen Ahî Evren debbağlık yapar, kendi elinin emeği ile geçimini te’min eder ve ahaliyi irşad etmekle meşgul olurdu.

Yetiştirdiği talebeleri, gittikleri yerlerde zaviyeler kurarak bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp, teşkîlatlandırmaya ve dışardan gelen misafirleri ağırlamaya başladılar. Zamanla sevenleri çoğaldı. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı halkı uyandırmaya ve Moğol istilacılarının önünden kaçıp gelen kimsesizleri barındırmak için ellerinden gelen gayreti göstermeye çalıştılar.

Kardeşlik ve beraberliği te’sis için Anadolu’da hizmet ettiler. Bunlar Anadolu’da şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşıp; dünya menfaati ve şahsî çıkar düşünmeden, sadece Allahü teâlânın rızasını gözeterek, O’nun dininin öğrenilmesi ve öğretilmesi, cihad ve vatan müdafaası için insanların metanetlerinin arttırılması ve onları teşkîlatlandırmak için çalıştılar. İnsanların millî ve manevî duygularını sağlam, zinde ve morallerini yüksek tutmak için büyük gayret gösterdiler. Öteden beri mevcud olan birlik ve beraberliği kuvvetlendirdiler. Bu çalışmalar sayesinde, Anadolu’da önceleri kırlara, sahralara yönelen hayvan yetiştirici göçebe Türkmenler, yavaş yavaş tarım işçiliğine intibak ederek, yerleşmeye başladılar. Esnaf, san’atkar, nakliyeci, işçi olarak şehirlere mahsus iktisadî faaliyetlere katıldılar. Mevcutlara ilaveten; Aksaray, Kırşehir, Karahisar, Alaiye gibi kasabalar kurdular. Ahîler sayesinde müslüman Türkler, vatan müdafaası azmi ile bir yandan Bizanslılar ve haçlılarla, bir yandan da Moğollar ile mücadele ettiler. Bunun neticesinde muharib bir hususiyet de kazandılar. Böylece Ahîlik, İslâmiyet’in; gaza hamlelerini kolaylaştıran askerî, san’at erbabını himaye ve imalati kontrol eden iktisadî, manevî ihtiyağlan cevaplandıran tasavvufî yönleri ile, dint, iktisadî, askerî ve ahlâkî vasıflar taşıyan çok cepheli bir tarikat halinde gelişti. Her derviş veya mürid, kendi geçimini kazanmak için, bir san’at ve meslek sahibi olarak; başkasına muhtaç olmaktan kurtuldu.

Anadolu’daki Ahîlik teşkîlatının teşekkülü bu şekildedir. Teşkîlatın kurucusu olan Ahî Evren, çeşitli şehirlere halîfeler ve talebeler gönderdi. Bunlar vasıtası ile; İslâm alemindeki medeniyet eserlerini yakıp, yıkan, milyonlarca müslümanı kılıçdan geçiren zalim Moğollara karşı Anadolu insanını gaza aşkı ile dolu, Allahü teâlânın rızası için cihada hazır bir toplum olarak yetiştirdiler. Ahîler, Anadolu’ya saldıran ve tamiri mümkün olmayan yaralar açan Moğollara karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar.

Ahîlik, Anadolu Selçuklularının ve Osmanlıların ictimaî hayatında çok te’sirli oldu. Bilhassa gençler, Ahîler sayesinde, yetişerek başıboş; olmaktan ve zararlı akımlara kapılmaktan kurtarıldı. İnsanların birbirlerine yakınlaşması, kaynaşması, kısaca hakiki kardeşlik te’sis edildi. Bu suretle gelişip buyuyen teşkilat ayrıca, Anadolu’nun birlik ve beraberlik, dinî, ahlâkî, iktisadî, ictimai hayatına büyük hizmet etti. Ahî birlikleri muhtar bir idareye sahib olduklarından, kısa zamanda esnaf ve san’at hayatına hakim oldu.

Ahîlik teşkilatı, Osmanlı Devleti kuruluncaya kadar, Anadolu insanını dinî ve millî birlik içinde tutmaya muvaffak oldu. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşmasında hizmeti geçti. Ahîlerin gayretli çalışmaları, Anadolu’nun yapısında büyük rol oynadı. Bu gayretli faaliyet neticesinde, göçebe halinde devam eden hayattan, yerleşik hayata geçildi. Yerli Bizans halkının elinde bulunan ticaret hayatına, yeni gelen müslüman Türkler de katılmaya, hatta söz sahibi olmaya başladılar. Gayr-i müslimlere kapalı olan ahilik, müslüman meslek erbabına bir nevi imtiyaz sağladı. Göçebe Türkmenlerin şehirlerdeki iktisadî hayata girmelerini kolaylaştırdı. Anadolu’da yaşayan gayr-i müslim san’at ve iş sahipleri de bulunmasına rağmen, ahî zaviyelerine girememeleri, onları İslâmiyet’e girmeye teşvik etti ve Anadolu’da İslâmiyet hızla yayıldı.

Ahîler, herkese hatta sultanlara nasthatlarda bulunup, onların güzel ahlâk ile yetişmelerini te’min ettiler.

Sogut civarında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı Beyliği emrine kosusan Ahîlerden bir kısmı, uçlara yerleşip tekkeler ve zaviyeler kurdular. Nüfuzlu ve îtibarlı bir Ahî şeyhi olan Edebalî, Osman Gazî ile yakın münasebetler kurup kızını ona verdi. Birinci Murad, ahîydi. O zamanın Ahî teşkilatının başı olarak bilinmekteydi. Nitekim Kırşehir’in Hacı Bektas kazasında bulunan tekkenin, 1367 tarihli kitabesinde, Birinci Murad’dan “Ahî Murad” diye bahsedilmektedir.

Ahîler, doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri terbiye edip yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri öğretip, gaza ruhunu aşıladılar. Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılar ve yetiştirdikleri Bacıyan grubu da, yeni gelenlerin hanımlarına İslâmiyet’i öğreterek, din-i İslâm’ı bi-hakkın yaşamaları için gayret ettiler, elde ettikleri mümtaz İslâm kültürünü bacıdan bacıya naklettiler. Böylece Ahîler, üç kıt’ada altı asır at koşturacak istikbalin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, yardımcı oldular.

Ahîler, sulhta muallim, savaşta asker idiler. Hatta Selçukluların sonlarında devlet otoritesinin zayıf olduğu zamanlarda, Anadolu’nun bazı yerlerinde, bilhassa Sivas ve Ankara dolaylarında idarî teşkilata hakim oldular. Sir ara Ankara’da, devlet kurdular.

Ahîler, diğer devletlerle olan mücadelesinde Osmanlıya yardımcı oldular ve yüklerini hafiflettiler. Bursa’yı, Düzmece Mustafa’nın hücûmundan korudukları gibi, 1360 yılında Birinci Murad’ın hareketine hiç bir mukavemet göstermeden, ellerindeki Ankara şehrini teslim ettiler.

Osmanlılar da onların kadr ve kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler. Onlara hürmet gösterip, vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar. Böylece ahlâkî hayat ve buna bağlı olarak sosyal hayat içinde bir müesseseleşme başladı. Yüksek bir ahlâka ve gaza ruhuna sahip gazi dervişler, hanekah da denilen zaviyelerde toplanmaya başladılar. Zaviyeler de yüksek ahlâk sahibi, hürmete layık, güçlü ve zengin liderler etrafında toplandı. Bu gruplar, zengin Ahî liderlerinin kurup finanse ettiği zaviyelerde toplanıyorlardı. Zaviyeler, yolcuların misafir edildiği, ziyafet ve merasimlerin tertiplendiği yerler haline geldi. Buralar kısa zamanda gelişerek, cesaret ve yiğitlik, misafirperverlik ve cömertlik, gazilik gibi İslâm ahlâkı esasına dayanan ahlâk mektebi mahiyetini aldı.

Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayet edip, takdirine razı olan bu mübarek insanlar, sürüler halinde Anadolu’ya akan Moğol putperestlerine karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar. Anadolu’yu bir şefkat diyari haline getirdiler.

Afrika’dan gelerek 14. yüzyıl ortalarında Ortadoğu ve Anadolu’yu dolaşan Seyyah İbn-i Battuta, Ahîler hakkında geniş bilgi vermekte, onların misafirperverliğini, cömertliğini tarafsız olarak anlatmaktadır. Bu gezisi sırasında Ahîlerle beraber bulunmuş, onlarda misafir kalmıştır. İbn-i Battuta; Eğirdir, Denizli, Konya, Aksaray, Nişde, Erzincan, Erzurum, İzmir, Manisa, Balikesir, Bursa, Kastamonu ve Sinop’ta Ahîlerle görüşmüştür. Ahîlerin Anadolu’da köylere kadar yayıldıklarını, yabancıları misafir edip koruduklarını uzun uzun anlatır.

İbn-i Battuta, Seyehatname’sinde Anadolu’daki Ahîlerden şöyle bahsetmektedir: “Ahî; kardeş, Ahîlik de kardeşlik manasındadır. Ahîler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde; şehir, kasaba ve köylerde bulunurlar. Bunlar, san’at sahibi kimseler olup, geçimlerini te’min etmek üzere bir meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleriyle yardımlasan bir topluluktur. Memleketlerine gelen yabancıları karşılayan, onlarla ilgilenerek bütün ihtiyaçlarını te’min eden ve haksızlıkları önleyen kimselerdir. Dünyanın hiç bir yerinde bunların benzerlerine rastlamak mümkün değildir.

Anadolu’da bir şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkanlardan çıkan insanlar, bindiğimiz hayvanları çevirerek yularlarından asıldılar. Bir başka grup ise, bunları durdurarak, onlar da hayvanlarımızın yularından tuttular. Her biri hayvanın yularını kavrayıp, kendi tarafına çekmeye çalışıyor, bu hususda ısrar ediyordu. Aralarında çekişme uzayınca, konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık. Malımıza ve canımıza kastedeceklerini zannettik. Nihayet yanımıza Arabça bilen, hacca gitmis bir adam geldi. Ona, bu adamların bizden ne istediklerini ve aralarında niçin anlaşmazlık çıktığını sordum. “Bunlar Ahîlerdir” dedi. Bizimle ilk karşılaşan Ahî Sinan’ın yoldaşları, sonra gelenler de Ahî Tuman’ın yoldaşları imiş. Meğer bizi misafir etmek için çekişmişler. Nihayet kur’aya baş vurarak işi halletmeye karar verdiler. Kur’a, Ahî Sinan tarafına düşünce, bizi misafir etmek üzere tekkelerine götürdüler. Çok izzet ve ikramda bulundular. Ertesi akşam da Ahî Tuman’ın adamları gelip, misafirliğe götürdüler. Her iki tarafta da yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm okundu, hoş sohbetler oldu. Tekkelerinde bir müddet kaldıktan sonra, büyük bir memnuniyetle ayrılıp seyahatimize devam ettik.”

Yine İbn-i Battuta misafir kaldığı, bir Anadolu Ahî misafirhanesi hakkında şunları söyler:

“Kastamonu’dan yola çıkıp, bu bölge köylerinden birinde kaldığım Ahî misafirhanelerinin en güzelini sizlere anlatayım. Burayı, Emir Fahreddin adında büyük bir zat yaptırmış. Köyün gelirini de, misafirhane için vakfetmiş. Bakımı ve ağırlanacak olanların isteri için, kendi öz oğlunu görevlendirmiş. Misafirhane karşısında bir de sıcak sulu hamam yaptırmış ki; gelip geçenler bilabedel (ücretsiz) olarak yıkanıp, paklansınlar. Köyde ayrıca bir de çarşı kurdurup, bu Çarşının gelirini camiye vakfeylemiş.

Mekke ve Medine gibi mübarek beldelerden ve Horasan, şam, Mısır, Irakeyn gibi uzak diyarlardan gelen fakirler için; vakıftan kişi başına birer kat elbise ile, ilk gün için 100 dirhem, kaldığı diğer günler için de yetecek kadar et, ekmek, yağ ile pirinç pilav ve dahi tatlılar tahsis edilmiş...

Anadolu ahalisinden her ziyaretçi için, 100 dirhem akçe ile, 3 günlük ziyafet tayin edilmiş...”

Ahîlik, şehir ve kasabalarda sınai, ticarî ve iktisadî bütün faaliyetleri tanzim ediyor, dini ve ahlâkî temel ve an’aneleri ile bir tarîkat, bir yol haline gelmiş bulunuyordu. Bu sayede devletin hiç bir te’siri olmadan, şehir esnafı ve ahali kendi kendisini idare ediyor; en küçük bir mesleki su-i istimale, yolsuzluğa ve an’aneye aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu.

Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra, Ahîler, siyasî faaliyetlerine son verip, bundan sonra hayırsever bir cemiyet ve esnaf loncaları şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.

Ahî teşkîlatına girebilmekj için, ilimle ve san’atla meşgul olmak lazımdı. Ahîler, her Cum’a gecesi aralarında toplanırlar, Kur’ân-ı kerîm, hadîs ve fıkıh kitapları, menkıbeler okurlar ve ahlâk konularında sohbet ederlerdi. İlk Türkçe Fütüvvetname’yi yazan Burgazî, Ahîliğin esaslarını şöyle bildirir: “Ahî ve şeyh, helalinden kazanmalıdır. Hepsi san’at sahibi olmalıdır. Cömerd olup, yoksullara yardım etmelidir. Alimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermeli, namazlarını zamanında kılmalı, kazaya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, fakirleri sevmelidir. Nefsine hakim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına gitmemelidir.

Bir Ahînin üç şeyi açık olmalıdır.

1-Eli açık, cömert olup, israf etmemelidir.

2-Misafire kapısı açık olmalı, gelene ikramda kusur etmemelidir.

3-Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir.

Ahînin üç şeyi de kapalı olmalıdır:

1-Gözü; harama ve başkasının aybını görmeye kapalı olmalıdır. Kimseye su-i zan etmemeli, yabancı kadına, kıza ve başkasının, bakması haram olan yerlerine bakmamalıdır.

2-Dili bağlı olmalı kimseye kötü söylememeli, lüzumsuz yere konuşmamalıdır.

3-Beli bağlı olmalı, kimsenin namusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir.

Ahîlerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardır. Seyyah İbn-i Battuta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarıp beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Ayrıca bellerine bağladıkları Şedd-i bend denilen kuşağı kullanmak da Ahîliğin bir nişanıydı. Ahîliğe kabul edilen namzede (adaya) şeyh tarafından kuşak kuşatılırdı. Kuşaklarında, bir de büyükçe bıçak taşırlardı.

Teşkîlatta şu mertebeler bulunurdu: 1-Teşkilata yeni giren yiğitler. 2-Ahî bölükleri, 6 bölük olup, ilk üç bölüğe Eshab-ı tarik, diğer üçüne de Nakib denirdi. 3-Halife, 4-Şeyh, 5-Şeyh-ul-memeşayıh.

Ahîler iş yerlerinde meşgûl oldukları san’atı en ince teferruatına kadar, mükemmel bir şekilde öğrenirlerdi, Bunun için bir Ahî, san’at sahibi oluncaya kadar yamak, çırak, kalfa ve ustalık safhalarından geçerdi.

Herkes gündüz vaktinde üzerinde çalıştığı, ihtisas yaptığı san’at kolunun inceliklerini dikkatle öğrenirken, akşam vakitleri de, Ahîlere mahsus misafir evlerinde ve hususi toplantı salonlarında sohbetler yapılır, böylece ahlâkî eğitim de bir taraftan halledilmiş olur, bu husus asla ihmal edilmezdi.

Ahî, san’atının inceliklerine vâkıf olarak yetiştiği gibi, diğer taraftan da tam bir ahlâkî eğitimden geçmiş olurdu. Bu esnaf, hîle ve hıyanetten, kötü düşüncelerden uzak, tam bir birlik ve yardımlaşma halinde idi. İntizamlı ve disiplinli çalışarak, hem kendilerini yetiştirmiş, hem de, daha önceden oralarda bulunan yerli Bizans esnafı ve san’atkarları ile yarışacak, onları geçecek hale gelmişlerdi.

Selçuklular ve bilhassa Osmanlılar, teknikde ilerlemeyi hiç bir zaman kafî görmemişler, insanların bu şekilde, ahlâkî eğitimini birinci planda tutmuşlardır. Böyle yetişmek isteyen insanlara, devlet olarak her imkanı sağlamışlar, her tarafta kervansaraylar, medreseler, dar-üş-şifalar, sebiller, imaretler v.s. yaptırmışlar ve bunların hepsini vakfetmişlerdir. Mes’elenin ehemmiyeti îcabi, devletin imkanları seferber edilmek suretiyle bu hizmetlerin hemen hepsi karşılıksız ve bedelsiz olarak yapılmıştır. Bu hizmetler sebebiyledir ki, san’at, teknik ve ticaret; haliyle kendiliğinden ilerlemiş, dinî ilimlerde çok yüksek alimler; fende, yeni buluşları, keşfleri olan kıymetli zatlar yetişmiştir.

San’at sahibi bir Ahînin yetişmesi: Ahî, san’atını ustasından öğrenir. “Okumakla yazmakla olmaz, ta üstaddan görmeyince olmaz” kaidedir. Meslekte imalat sır, san’at hikmet telakkî edilirdi. Bu sebeple, bir san’atın öğrenilmesi için üstadın emrinde yıllarca çalışmak lazım idi. Ahînin yetişmesi için şu safhalardan geçmesi gerekiyordu. Yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, Ahî babalık ve kethudalık.

Ahî birliklerinin idare hey’eti: İdare hey’eti, her san’at kolunda, kendi azaları arasından seçilmis beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine kadı tarafından seçimden sonra resmî vesîka, icazet verilip, icraatları ve netîceleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare hey’eti her ay üç gün toplanırdı. Toplantıda esnafla alakalı çeşitli mes’eleler görüşülüp, halledilerek, lüzumunda büyük meclise bildirilirdi. İdare hey’eti, birliğin hazînesi mahiyetinde olan orta sandığını idare ederdi.

Ahide aranan vasıflar: Ahî’de her şeyden önce edeb vasfı aranır. Ayrıca; Ahî’nin emeğini değerlendirecek bir işi, san’atı olmalıdır. Birkaç iş veya san’atla meşgul olup da hepsini yanın öğrenmekle değil, kabiliyetine en uygun olan ile meşgul olmalıdır. Doğru ve dürüst olmalı, hırsa kapılarak emeğiyle hak ettiğinden fazlasını kazanma yoluna sapmamalıdır. Kazancının geçiminden arta kalanını bütünüyle fakirlere ve yardıma muhtaçlara faydalı olmada kullanmalıdır. Ahî, işinin ve san’atının an’anevî pîrlerinden kendi ustasına kadar bütün büyüklere, samîmiyetle tabi olmalı, san’atında ve hareketlerinde onları rehber edinmelidir. Her Ahî, bir üstada bağlanıp pîrlerini tanımak, hayatlarını iyi bilmek mecburiyetindedir. Üstadı ve pîri olmamak eksiklikdir, noksanlıkdır. Pîrler; peygamberler (aleyhimüsselam), Eshab-ı kiram ve diğer İslâm büyükleridir. Peygamberlerin (aleyhimüsselam) her biri hayatındaki meşguliyetine göre bir san’atın pîri kabul edilir.

Ahîlik mensuplarının uyması lazım gelen kaideler esaslara bağlanmış olup, şunlar idi: Şalvar, mîde, dil, kulak ve göz, el ve ayak, hırs ile alakalı zahirî emirler ile cömertlik, tevazu, kerem, merhamet ve affetme, hodbin (bencil, kendini beğenmiş, magrur) olmamak ile alakalı batınî emirleri ihtiva ediyordu. Bunlardan şalvar ile alakalı emir; beline sahib olmak olup, gayri meşru münasebetten sakınmayı, ehl-i namus olmayı ifade eder. Mide ile alakalı emir; haram yiyecek ve içeceklerden faiz, kumar, gasb, sirkat (hırsızlık), hîle, hıyanet, yalancı şahidlik, yalan yere yemin ederek aldatmadan kaçmaktır. Dil ile alakalı emir; gıybetden yani belli bir mü’minin ve ekik yazımm? kafirin aybını, onun arkasından söylemekten, nemîme (söz taşımak), fitne çıkarmak, iftira ve hased etmekten, ara açmaktan sakınmaktır. Kulak ile; işitilmemesi gerekenleri duymaktan ve haram sözlerden sakınmak, gözü ile; görülmemesi ve bakılmaması gerekenlerden sakınmak, el ile; harama el sürmemek, ayağı ile harama gitmemek ve hırs ile alakalı emir de; dünya malına gönül bağlamamak, dünya sevgisini kalbine yerleştirmemektir. Kalbine; Allah sevgisini, Resûlü ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin aşkını yerleştirip, İslâm ahlâkının güzel hasletlerini doldurmalıdır. Cömertlik, parayı, malı; hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almak, tevazu; dünya rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü Ahî bilir ki, eline gelenler Allahü teâlânın lütfu ve ihsanıdır. Kendi elinde bir şey yokdur. Kerem; herkese faydalı işleri, her türlü yardımı yapmasını sevmektir. Merhamet ve affetmek; canlılara çok acımak, düşmandan veya suçludan intikam almaya, karşılığını yapmaya gücü yeter iken vazgeçip yapmamaktır. Hodbin olmamak; kendi menfaatinden çok, kardeşlerini düşünmektir.

Ahîlik merasimleri: Ahîlerin kendilerine has merasimleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir.

1-An’anevî Ahî Evren merasimleri: Senelik olup, Kırşehir’de yapılır.

2-Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahîliğe girmek talebinde bulunan gençlerin birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, bu merasim zamanla çırak kabul etme halini aldı.

3-Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlamış olanların kalfalığa yükseltilmesi merasimidir.

Ahîlik mensuplarının, takdir edilmenin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Mesela şu suçları işleyen, Ahîlikten çıkarılırdı: Şarap ve alkollü içki içen, zina, livata yapan, gammazlık eden (dedikodu, iftira, münafıklık edip, başkalarının ayıblarını meydana çıkarmaya uğraşan), gururlanıp kibirlenen, sert ve merhametsiz olan, ihanet eden, kin tutan, affetmeyen, sözünde durmayan, yalan söyleyen, emanete hıyanet eden, hain olan, kadınlara ve kızlara şehvetle bakan, din kardeşinin ayıbını örtmeyip, açığa çıkaran, cimrilik eden, sözünde durmayan, koğuculuk ve gıybet eden, hırsızlık ve diğer gayr-i ahlâkî fiilleri işleyen...

Ahîlik teşkilatı ve Ahî birlikleri, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde çok büyük hizmetler verip, önemli vazifeleri îfa etti. Milletin gönlünde taht kurdu. Osmanlıların son zamanlarında, Tanzimat, Meşrutiyet ve daha sonraki devrelerde faaliyet sahası daraltıldı. Bundan sonra, İslâm’ın güzel ahlâkından ayrılıp, hakkın yerine batıl ve dalalete, hidayet yerine bid’at ve şehvete, marifet yerine kavga ve çekişmeye, alçak gönüllülük yerine benlik ve nefse, fütüvvet yerine kemlik ve kötülüğe, itaat ve ibadet yerine fesada düştüler. Onların isimleri altına saklanarak türlü kötülükler işlenmesine ve çıkarılmasına rağmen, Ahîler, Anadolu’nun bağrmda ve Türk Milleti’nin gönlünde taht kurduklarından, asîl hizmetleri unutulmamıştır. Zaviyelerin gördüğü hizmeti; köy odaları, yaran odasi, imece usûlü, kuşak merasimi, muaşeret kaidelerinin öğretildiği terbiye ocağı, esnaf ve san’atkarın vakurane hali, hâlâ Ahîlerin usûl, erkan ve adabının bazılarını devam ettirmektedirler.

Ahîler, zaviyelerin bakımma, edeb ve muaşeret kaidesine çok ehemmiyet verirlerdi. Ahî zaviyesi, müstakil, geniş avlu içinde, beyaz duvarlı ve aydınlık bina idi. İçerisi halı ve kilimlerle döşeli, temiz, çeşmeli ve kapısında nöbetçi var idi. Ahîler, ikindiden sonra zaviyeye gelip, toplanırdı. Kazançlarını, Ahî babaya teslim ederlerdi. Bu parayla yemek ve meyve alınır, misafirlerle beraber yemek yenir ihtiyaçlar te’min edilirdi. Yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm okunur, sohbet edilirdi. Ahîlerin muaşeret adabı kaidelere bağlanıp, yedi yüz kırk maddeden müteşekkildi. Zaviyeler de hususiyetle Cumartesi akşamları, bu kâidelerin öğretilmesine ayrılırdı. Ahîliğe yeni katılan gençlere; Ahîlerin tavır ve hareketlerini belirleyen kaideler öğretilirdi. Mesela, yemek yemekle alakalı olan kaidelerden bazıları şöyle idi: Temiz giyinmek, sofrada büyüklerden önce yemeye başlamamak, yemekten önce ve sonra el yıkamak, kendi önünden yemek, lokmaları küçük almak, yemek odasına ayakkabı ile girmemek, ağız, diş ve burun temizliğini başkalarının yanında yapmamak, kaşınmamak, lokmaları çiğnerken dudakları yummak, ağzını şapırdatmamak, hakkından fazlasını yememek, yediğinin helal olduğunu bilerek yemek... Ayrıca su içmek, konuşmak, çarşıda yürümek, bir yerden bir yere gitmek, bey’ ve şira yani alış-veriş, oturmak, hamama gitmek, başını taramak, yatakta yatmak gibi mevzûların edebî kaideleri maddeler halinde bildirilmiş idi. Her hareket, muamele, işin başı, devamı, sonu edebe başlı idi. Zaviyede ve diğer yerlerde kıyafetlerine çok dikkat ederlerdi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Rıhle-i İbn-i Battuta; sh. 285

2) Zeyl-i Şakâyık-i Nu’mâniyye (Mecdi tercümesi); sh. 33

3) Aşıkpaşa-zâde târihi

4) Evliya Çelebi seyahatnâmesi

5) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 115

6) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 69

7) El-Fusul-ul-müntehibc. min asar-il-fütüvvet-it-Türkiyye vel-İslâmiyye (İstanbul 1922)Kardeşlik, esnaf ve san’atkarlar birliği teşkilatı. Koku Arabça ah kelimesi olup, ahi olarak Türkçe’de de kullanılmaktadır. Türkçe olan ve eli açık, cömert, yiğit manasına gelen akıkelimesinin zamanla değişerek, ahi şeklini alması da ihtimal dahilindedir. Arabça ah kardeş, ahide kardeşim manasındadır. Ahîlik, ıstılahda; esnaf ve san’atkarlar birliği, teşkilatta da; Anadolu şehir, kasaba ve hatta köylerindeki esnaf ve san’atkar kuruluslarının eleman yetiştirme, işleyiş ve düzenliliklerini teftiş eden bir müessese manasındadır.

Türkler İslâm dinini kabul etmekle şereflendikten sonra, Türkistan’dan Anadolu’ya kadar olan sahada esnaf ve san’atkarlar arasında bir bağhlik ve kardeşliğin ancak bir teşkilatla devam edeceğine inanıyorlardı. Böylece İslâm aleminde zaten mevcud olan ve güzel ahlâkın en yüksek mertebesi şeklinde bilinen fütüvvetle yakından münasebet kurdular. Cömertlik, mertlik ve mürüvvet manalarına gelen fütüvveti kendilerine has bir üslubla geliştirerek, kardeşliği, birliği kurdular.

Üzerinde ehemmiyetle durulan Fütüvvet müessesesi, eskiden beri müslümanlar arasında mevcud idi. Hatta, fütüvvete mensub olanların nasıl hareket edeceklerine dair, fütüvvetnameismi verilen eserler yazılmıştı. Bu müessese, uzun müddet faaliyet gösterdikten sonra zamanla unutuldu.

Abbasî halifesi Nasir bin Mustedî (1180-1225), fütüvvet zümrelerini yeniden teşkilatlandırmak için faaliyete geçti. Fütüvvetname adı verilen tüzüklerle, bu kurulusun usül ve kaidelerini yeniden tesbit ve tanzim etti. İslâm hükümdarlarına mektuplar yazarak, fütüvvet teşkilatları kurmalarını, kendilerinin de fütüvvet kemeri kuşanıp, fütüvvet salvan giymelerini istedi.

Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti’nin elçisi olarak Bağdad’a giden, Sadreddin-i Konevî’nin babası Mecdüddin İshak’a, Selçuklu sultanının da bu işte itina göstermesi için bir mektup verdi. Mecdüddîn İshak da zaten temel olarak mevcud olan bu teşkilatı yeniden te’sis edip, insanları bir araya toplamak için; Muhyiddîn-i Arabî, Evhaduddîn Hamîd Kirmanî, Ahî Evren gibi tasavvuf alimlerini Bağdad’dan Konya’ya davet etti. Onlar da bu davete uyup, Allahü teâlânın rızası için, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve beraberliği aşılamak gayesiyle Anadolu’ya geldiler.

Bilindiği gibi müslüman Türkler (Selçuklular) on birinci asrın ikinci yarısında Anadolu’ya girmeye başlamışlardı. Bunlar, büyük bir ekseriyetle göçebe halinde idi. Aldıkları Anadolu topraklarında yavaş yavaş köylere, kasabalara ve şehirlere yerleşiyorlardı. Fakat, ticaret, müslüman olmayan yerli Bizans halkının elinde idi. Hatta uzun müddet onların ellerinde kaldı ve bir asır kadar devam etti.

On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzeyi ile kuzey batısı arasında, bir zulüm ve katliam başlamıştı. Başlarında, dünyanın en büyük din düşmanlarından, meşhûr zalim ve kan dökücü Timuçin olarak da tanınan Cengiz’in bulunduğu Moğol çapulcuları, on beş yıl gibi kısa bir müddet içinde, dünyanın siyasî haritasını adeta altüst ettiler, korkunç katliamlarda bulundular. Bunun üzerine orta Asya’da bulunup göçebe halinde yaşayanlar kaçmak mecburiyetinde kaldı. Zulüm durmak bilmeyip, artarak devam edince, esnaf ve yerli kimseler de can havliyle oralardan göç edip Anadolu’ya geldi. Bunlar müslüman Türklerdi. Onların Anadolu’ya gelmeleri esnaf arasında bir birlik ve nizamın sağlanmasını ve bir teşkîlatın kurulmasını zarurî kıldı. Çünkü bunlar, müslüman olmayan yerli esnaf ile kendilerini takib eden hatta kovalayan Moğol zalimlerinin aralarında kalmışlardı. Bu durumda müslüman Türkler düşmanlarına ve yerli esnafa karşı teşkîlatlanmak, aralarında birlik kurmak mecburiyetinde kaldılar. Bu mecburiyeti pek iyi kavrayan, anlayan alim ve velî zatlar idi. Zaten Moğol zulmünden Anadolu’ya gelen Türkmen göçebeleri, ilim ve san’at sahiplerini dolayısıyla kültürlerini de beraberlerinde getirdiler. Horasan’dan gelen Mevlana Celaleddîn Muhammed Rumî de Anadolu Selçuklu sultanının davetiyle Konya’ya yerleşti. Büyük mutasavvıf, gönül sultanı Celaleddîn-i Rumî, Anadolu insanından çok hürmet ve iltifat gördü. Mevlevilik her tarafa yayıldı.

Muhyiddin ibni Arabî ve hocası Evhaddudin’le birlikte Ahî Evren de Anadolu’ya gelmişti. Ahî Evren hocasının kızı Fatıma Bacı ile evlendi. Mürşid-ül-kifaye ve Yezdan-şinaht adlı eserlerini Sultan Alauddîn Keykubad’a takdim etti. Hocası ve kayınpederi, Evhaduddîn’le birlikte Anadolu şehirlerini dolaştı. Vazlarında, hususiyle esnafa İslâmiyet’i anlatarak, dünya ve ahıret işlerini düzenli ve intizamlı hale getirmeleri için nasîhatlerde bulundu. Hocasının vefatından sonra Kayseri’ye yerleşen Ahî Evren debbağlık yapar, kendi elinin emeği ile geçimini te’min eder ve ahaliyi irşad etmekle meşgul olurdu.

Yetiştirdiği talebeleri, gittikleri yerlerde zaviyeler kurarak bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp, teşkîlatlandırmaya ve dışardan gelen misafirleri ağırlamaya başladılar. Zamanla sevenleri çoğaldı. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı halkı uyandırmaya ve Moğol istilacılarının önünden kaçıp gelen kimsesizleri barındırmak için ellerinden gelen gayreti göstermeye çalıştılar.

Kardeşlik ve beraberliği te’sis için Anadolu’da hizmet ettiler. Bunlar Anadolu’da şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşıp; dünya menfaati ve şahsî çıkar düşünmeden, sadece Allahü teâlânın rızasını gözeterek, O’nun dininin öğrenilmesi ve öğretilmesi, cihad ve vatan müdafaası için insanların metanetlerinin arttırılması ve onları teşkîlatlandırmak için çalıştılar. İnsanların millî ve manevî duygularını sağlam, zinde ve morallerini yüksek tutmak için büyük gayret gösterdiler. Öteden beri mevcud olan birlik ve beraberliği kuvvetlendirdiler. Bu çalışmalar sayesinde, Anadolu’da önceleri kırlara, sahralara yönelen hayvan yetiştirici göçebe Türkmenler, yavaş yavaş tarım işçiliğine intibak ederek, yerleşmeye başladılar. Esnaf, san’atkar, nakliyeci, işçi olarak şehirlere mahsus iktisadî faaliyetlere katıldılar. Mevcutlara ilaveten; Aksaray, Kırşehir, Karahisar, Alaiye gibi kasabalar kurdular. Ahîler sayesinde müslüman Türkler, vatan müdafaası azmi ile bir yandan Bizanslılar ve haçlılarla, bir yandan da Moğollar ile mücadele ettiler. Bunun neticesinde muharib bir hususiyet de kazandılar. Böylece Ahîlik, İslâmiyet’in; gaza hamlelerini kolaylaştıran askerî, san’at erbabını himaye ve imalati kontrol eden iktisadî, manevî ihtiyağlan cevaplandıran tasavvufî yönleri ile, dint, iktisadî, askerî ve ahlâkî vasıflar taşıyan çok cepheli bir tarikat halinde gelişti. Her derviş veya mürid, kendi geçimini kazanmak için, bir san’at ve meslek sahibi olarak; başkasına muhtaç olmaktan kurtuldu.

Anadolu’daki Ahîlik teşkîlatının teşekkülü bu şekildedir. Teşkîlatın kurucusu olan Ahî Evren, çeşitli şehirlere halîfeler ve talebeler gönderdi. Bunlar vasıtası ile; İslâm alemindeki medeniyet eserlerini yakıp, yıkan, milyonlarca müslümanı kılıçdan geçiren zalim Moğollara karşı Anadolu insanını gaza aşkı ile dolu, Allahü teâlânın rızası için cihada hazır bir toplum olarak yetiştirdiler. Ahîler, Anadolu’ya saldıran ve tamiri mümkün olmayan yaralar açan Moğollara karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar.

Ahîlik, Anadolu Selçuklularının ve Osmanlıların ictimaî hayatında çok te’sirli oldu. Bilhassa gençler, Ahîler sayesinde, yetişerek başıboş; olmaktan ve zararlı akımlara kapılmaktan kurtarıldı. İnsanların birbirlerine yakınlaşması, kaynaşması, kısaca hakiki kardeşlik te’sis edildi. Bu suretle gelişip buyuyen teşkilat ayrıca, Anadolu’nun birlik ve beraberlik, dinî, ahlâkî, iktisadî, ictimai hayatına büyük hizmet etti. Ahî birlikleri muhtar bir idareye sahib olduklarından, kısa zamanda esnaf ve san’at hayatına hakim oldu.

Ahîlik teşkilatı, Osmanlı Devleti kuruluncaya kadar, Anadolu insanını dinî ve millî birlik içinde tutmaya muvaffak oldu. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşmasında hizmeti geçti. Ahîlerin gayretli çalışmaları, Anadolu’nun yapısında büyük rol oynadı. Bu gayretli faaliyet neticesinde, göçebe halinde devam eden hayattan, yerleşik hayata geçildi. Yerli Bizans halkının elinde bulunan ticaret hayatına, yeni gelen müslüman Türkler de katılmaya, hatta söz sahibi olmaya başladılar. Gayr-i müslimlere kapalı olan ahilik, müslüman meslek erbabına bir nevi imtiyaz sağladı. Göçebe Türkmenlerin şehirlerdeki iktisadî hayata girmelerini kolaylaştırdı. Anadolu’da yaşayan gayr-i müslim san’at ve iş sahipleri de bulunmasına rağmen, ahî zaviyelerine girememeleri, onları İslâmiyet’e girmeye teşvik etti ve Anadolu’da İslâmiyet hızla yayıldı.

Ahîler, herkese hatta sultanlara nasthatlarda bulunup, onların güzel ahlâk ile yetişmelerini te’min ettiler.

Sogut civarında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı Beyliği emrine kosusan Ahîlerden bir kısmı, uçlara yerleşip tekkeler ve zaviyeler kurdular. Nüfuzlu ve îtibarlı bir Ahî şeyhi olan Edebalî, Osman Gazî ile yakın münasebetler kurup kızını ona verdi. Birinci Murad, ahîydi. O zamanın Ahî teşkilatının başı olarak bilinmekteydi. Nitekim Kırşehir’in Hacı Bektas kazasında bulunan tekkenin, 1367 tarihli kitabesinde, Birinci Murad’dan “Ahî Murad” diye bahsedilmektedir.

Ahîler, doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri terbiye edip yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri öğretip, gaza ruhunu aşıladılar. Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılar ve yetiştirdikleri Bacıyan grubu da, yeni gelenlerin hanımlarına İslâmiyet’i öğreterek, din-i İslâm’ı bi-hakkın yaşamaları için gayret ettiler, elde ettikleri mümtaz İslâm kültürünü bacıdan bacıya naklettiler. Böylece Ahîler, üç kıt’ada altı asır at koşturacak istikbalin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, yardımcı oldular.

Ahîler, sulhta muallim, savaşta asker idiler. Hatta Selçukluların sonlarında devlet otoritesinin zayıf olduğu zamanlarda, Anadolu’nun bazı yerlerinde, bilhassa Sivas ve Ankara dolaylarında idarî teşkilata hakim oldular. Sir ara Ankara’da, devlet kurdular.

Ahîler, diğer devletlerle olan mücadelesinde Osmanlıya yardımcı oldular ve yüklerini hafiflettiler. Bursa’yı, Düzmece Mustafa’nın hücûmundan korudukları gibi, 1360 yılında Birinci Murad’ın hareketine hiç bir mukavemet göstermeden, ellerindeki Ankara şehrini teslim ettiler.

Osmanlılar da onların kadr ve kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler. Onlara hürmet gösterip, vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar. Böylece ahlâkî hayat ve buna bağlı olarak sosyal hayat içinde bir müesseseleşme başladı. Yüksek bir ahlâka ve gaza ruhuna sahip gazi dervişler, hanekah da denilen zaviyelerde toplanmaya başladılar. Zaviyeler de yüksek ahlâk sahibi, hürmete layık, güçlü ve zengin liderler etrafında toplandı. Bu gruplar, zengin Ahî liderlerinin kurup finanse ettiği zaviyelerde toplanıyorlardı. Zaviyeler, yolcuların misafir edildiği, ziyafet ve merasimlerin tertiplendiği yerler haline geldi. Buralar kısa zamanda gelişerek, cesaret ve yiğitlik, misafirperverlik ve cömertlik, gazilik gibi İslâm ahlâkı esasına dayanan ahlâk mektebi mahiyetini aldı.

Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayet edip, takdirine razı olan bu mübarek insanlar, sürüler halinde Anadolu’ya akan Moğol putperestlerine karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar. Anadolu’yu bir şefkat diyari haline getirdiler.

Afrika’dan gelerek 14. yüzyıl ortalarında Ortadoğu ve Anadolu’yu dolaşan Seyyah İbn-i Battuta, Ahîler hakkında geniş bilgi vermekte, onların misafirperverliğini, cömertliğini tarafsız olarak anlatmaktadır. Bu gezisi sırasında Ahîlerle beraber bulunmuş, onlarda misafir kalmıştır. İbn-i Battuta; Eğirdir, Denizli, Konya, Aksaray, Nişde, Erzincan, Erzurum, İzmir, Manisa, Balikesir, Bursa, Kastamonu ve Sinop’ta Ahîlerle görüşmüştür. Ahîlerin Anadolu’da köylere kadar yayıldıklarını, yabancıları misafir edip koruduklarını uzun uzun anlatır.

İbn-i Battuta, Seyehatname’sinde Anadolu’daki Ahîlerden şöyle bahsetmektedir: “Ahî; kardeş, Ahîlik de kardeşlik manasındadır. Ahîler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde; şehir, kasaba ve köylerde bulunurlar. Bunlar, san’at sahibi kimseler olup, geçimlerini te’min etmek üzere bir meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleriyle yardımlasan bir topluluktur. Memleketlerine gelen yabancıları karşılayan, onlarla ilgilenerek bütün ihtiyaçlarını te’min eden ve haksızlıkları önleyen kimselerdir. Dünyanın hiç bir yerinde bunların benzerlerine rastlamak mümkün değildir.

Anadolu’da bir şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkanlardan çıkan insanlar, bindiğimiz hayvanları çevirerek yularlarından asıldılar. Bir başka grup ise, bunları durdurarak, onlar da hayvanlarımızın yularından tuttular. Her biri hayvanın yularını kavrayıp, kendi tarafına çekmeye çalışıyor, bu hususda ısrar ediyordu. Aralarında çekişme uzayınca, konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık. Malımıza ve canımıza kastedeceklerini zannettik. Nihayet yanımıza Arabça bilen, hacca gitmis bir adam geldi. Ona, bu adamların bizden ne istediklerini ve aralarında niçin anlaşmazlık çıktığını sordum. “Bunlar Ahîlerdir” dedi. Bizimle ilk karşılaşan Ahî Sinan’ın yoldaşları, sonra gelenler de Ahî Tuman’ın yoldaşları imiş. Meğer bizi misafir etmek için çekişmişler. Nihayet kur’aya baş vurarak işi halletmeye karar verdiler. Kur’a, Ahî Sinan tarafına düşünce, bizi misafir etmek üzere tekkelerine götürdüler. Çok izzet ve ikramda bulundular. Ertesi akşam da Ahî Tuman’ın adamları gelip, misafirliğe götürdüler. Her iki tarafta da yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm okundu, hoş sohbetler oldu. Tekkelerinde bir müddet kaldıktan sonra, büyük bir memnuniyetle ayrılıp seyahatimize devam ettik.”

Yine İbn-i Battuta misafir kaldığı, bir Anadolu Ahî misafirhanesi hakkında şunları söyler:

“Kastamonu’dan yola çıkıp, bu bölge köylerinden birinde kaldığım Ahî misafirhanelerinin en güzelini sizlere anlatayım. Burayı, Emir Fahreddin adında büyük bir zat yaptırmış. Köyün gelirini de, misafirhane için vakfetmiş. Bakımı ve ağırlanacak olanların isteri için, kendi öz oğlunu görevlendirmiş. Misafirhane karşısında bir de sıcak sulu hamam yaptırmış ki; gelip geçenler bilabedel (ücretsiz) olarak yıkanıp, paklansınlar. Köyde ayrıca bir de çarşı kurdurup, bu Çarşının gelirini camiye vakfeylemiş.

Mekke ve Medine gibi mübarek beldelerden ve Horasan, şam, Mısır, Irakeyn gibi uzak diyarlardan gelen fakirler için; vakıftan kişi başına birer kat elbise ile, ilk gün için 100 dirhem, kaldığı diğer günler için de yetecek kadar et, ekmek, yağ ile pirinç pilav ve dahi tatlılar tahsis edilmiş...

Anadolu ahalisinden her ziyaretçi için, 100 dirhem akçe ile, 3 günlük ziyafet tayin edilmiş...”

Ahîlik, şehir ve kasabalarda sınai, ticarî ve iktisadî bütün faaliyetleri tanzim ediyor, dini ve ahlâkî temel ve an’aneleri ile bir tarîkat, bir yol haline gelmiş bulunuyordu. Bu sayede devletin hiç bir te’siri olmadan, şehir esnafı ve ahali kendi kendisini idare ediyor; en küçük bir mesleki su-i istimale, yolsuzluğa ve an’aneye aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu.

Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra, Ahîler, siyasî faaliyetlerine son verip, bundan sonra hayırsever bir cemiyet ve esnaf loncaları şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.

Ahî teşkîlatına girebilmekj için, ilimle ve san’atla meşgul olmak lazımdı. Ahîler, her Cum’a gecesi aralarında toplanırlar, Kur’ân-ı kerîm, hadîs ve fıkıh kitapları, menkıbeler okurlar ve ahlâk konularında sohbet ederlerdi. İlk Türkçe Fütüvvetname’yi yazan Burgazî, Ahîliğin esaslarını şöyle bildirir: “Ahî ve şeyh, helalinden kazanmalıdır. Hepsi san’at sahibi olmalıdır. Cömerd olup, yoksullara yardım etmelidir. Alimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermeli, namazlarını zamanında kılmalı, kazaya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, fakirleri sevmelidir. Nefsine hakim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına gitmemelidir.

Bir Ahînin üç şeyi açık olmalıdır.

1-Eli açık, cömert olup, israf etmemelidir.

2-Misafire kapısı açık olmalı, gelene ikramda kusur etmemelidir.

3-Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir.

Ahînin üç şeyi de kapalı olmalıdır:

1-Gözü; harama ve başkasının aybını görmeye kapalı olmalıdır. Kimseye su-i zan etmemeli, yabancı kadına, kıza ve başkasının, bakması haram olan yerlerine bakmamalıdır.

2-Dili bağlı olmalı kimseye kötü söylememeli, lüzumsuz yere konuşmamalıdır.

3-Beli bağlı olmalı, kimsenin namusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir.

Ahîlerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardır. Seyyah İbn-i Battuta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarıp beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Ayrıca bellerine bağladıkları Şedd-i bend denilen kuşağı kullanmak da Ahîliğin bir nişanıydı. Ahîliğe kabul edilen namzede (adaya) şeyh tarafından kuşak kuşatılırdı. Kuşaklarında, bir de büyükçe bıçak taşırlardı.

Teşkîlatta şu mertebeler bulunurdu: 1-Teşkilata yeni giren yiğitler. 2-Ahî bölükleri, 6 bölük olup, ilk üç bölüğe Eshab-ı tarik, diğer üçüne de Nakib denirdi. 3-Halife, 4-Şeyh, 5-Şeyh-ul-memeşayıh.

Ahîler iş yerlerinde meşgûl oldukları san’atı en ince teferruatına kadar, mükemmel bir şekilde öğrenirlerdi, Bunun için bir Ahî, san’at sahibi oluncaya kadar yamak, çırak, kalfa ve ustalık safhalarından geçerdi.

Herkes gündüz vaktinde üzerinde çalıştığı, ihtisas yaptığı san’at kolunun inceliklerini dikkatle öğrenirken, akşam vakitleri de, Ahîlere mahsus misafir evlerinde ve hususi toplantı salonlarında sohbetler yapılır, böylece ahlâkî eğitim de bir taraftan halledilmiş olur, bu husus asla ihmal edilmezdi.

Ahî, san’atının inceliklerine vâkıf olarak yetiştiği gibi, diğer taraftan da tam bir ahlâkî eğitimden geçmiş olurdu. Bu esnaf, hîle ve hıyanetten, kötü düşüncelerden uzak, tam bir birlik ve yardımlaşma halinde idi. İntizamlı ve disiplinli çalışarak, hem kendilerini yetiştirmiş, hem de, daha önceden oralarda bulunan yerli Bizans esnafı ve san’atkarları ile yarışacak, onları geçecek hale gelmişlerdi.

Selçuklular ve bilhassa Osmanlılar, teknikde ilerlemeyi hiç bir zaman kafî görmemişler, insanların bu şekilde, ahlâkî eğitimini birinci planda tutmuşlardır. Böyle yetişmek isteyen insanlara, devlet olarak her imkanı sağlamışlar, her tarafta kervansaraylar, medreseler, dar-üş-şifalar, sebiller, imaretler v.s. yaptırmışlar ve bunların hepsini vakfetmişlerdir. Mes’elenin ehemmiyeti îcabi, devletin imkanları seferber edilmek suretiyle bu hizmetlerin hemen hepsi karşılıksız ve bedelsiz olarak yapılmıştır. Bu hizmetler sebebiyledir ki, san’at, teknik ve ticaret; haliyle kendiliğinden ilerlemiş, dinî ilimlerde çok yüksek alimler; fende, yeni buluşları, keşfleri olan kıymetli zatlar yetişmiştir.

San’at sahibi bir Ahînin yetişmesi: Ahî, san’atını ustasından öğrenir. “Okumakla yazmakla olmaz, ta üstaddan görmeyince olmaz” kaidedir. Meslekte imalat sır, san’at hikmet telakkî edilirdi. Bu sebeple, bir san’atın öğrenilmesi için üstadın emrinde yıllarca çalışmak lazım idi. Ahînin yetişmesi için şu safhalardan geçmesi gerekiyordu. Yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, Ahî babalık ve kethudalık.

Ahî birliklerinin idare hey’eti: İdare hey’eti, her san’at kolunda, kendi azaları arasından seçilmis beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine kadı tarafından seçimden sonra resmî vesîka, icazet verilip, icraatları ve netîceleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare hey’eti her ay üç gün toplanırdı. Toplantıda esnafla alakalı çeşitli mes’eleler görüşülüp, halledilerek, lüzumunda büyük meclise bildirilirdi. İdare hey’eti, birliğin hazînesi mahiyetinde olan orta sandığını idare ederdi.

Ahide aranan vasıflar: Ahî’de her şeyden önce edeb vasfı aranır. Ayrıca; Ahî’nin emeğini değerlendirecek bir işi, san’atı olmalıdır. Birkaç iş veya san’atla meşgul olup da hepsini yanın öğrenmekle değil, kabiliyetine en uygun olan ile meşgul olmalıdır. Doğru ve dürüst olmalı, hırsa kapılarak emeğiyle hak ettiğinden fazlasını kazanma yoluna sapmamalıdır. Kazancının geçiminden arta kalanını bütünüyle fakirlere ve yardıma muhtaçlara faydalı olmada kullanmalıdır. Ahî, işinin ve san’atının an’anevî pîrlerinden kendi ustasına kadar bütün büyüklere, samîmiyetle tabi olmalı, san’atında ve hareketlerinde onları rehber edinmelidir. Her Ahî, bir üstada bağlanıp pîrlerini tanımak, hayatlarını iyi bilmek mecburiyetindedir. Üstadı ve pîri olmamak eksiklikdir, noksanlıkdır. Pîrler; peygamberler (aleyhimüsselam), Eshab-ı kiram ve diğer İslâm büyükleridir. Peygamberlerin (aleyhimüsselam) her biri hayatındaki meşguliyetine göre bir san’atın pîri kabul edilir.

Ahîlik mensuplarının uyması lazım gelen kaideler esaslara bağlanmış olup, şunlar idi: Şalvar, mîde, dil, kulak ve göz, el ve ayak, hırs ile alakalı zahirî emirler ile cömertlik, tevazu, kerem, merhamet ve affetme, hodbin (bencil, kendini beğenmiş, magrur) olmamak ile alakalı batınî emirleri ihtiva ediyordu. Bunlardan şalvar ile alakalı emir; beline sahib olmak olup, gayri meşru münasebetten sakınmayı, ehl-i namus olmayı ifade eder. Mide ile alakalı emir; haram yiyecek ve içeceklerden faiz, kumar, gasb, sirkat (hırsızlık), hîle, hıyanet, yalancı şahidlik, yalan yere yemin ederek aldatmadan kaçmaktır. Dil ile alakalı emir; gıybetden yani belli bir mü’minin ve ekik yazımm? kafirin aybını, onun arkasından söylemekten, nemîme (söz taşımak), fitne çıkarmak, iftira ve hased etmekten, ara açmaktan sakınmaktır. Kulak ile; işitilmemesi gerekenleri duymaktan ve haram sözlerden sakınmak, gözü ile; görülmemesi ve bakılmaması gerekenlerden sakınmak, el ile; harama el sürmemek, ayağı ile harama gitmemek ve hırs ile alakalı emir de; dünya malına gönül bağlamamak, dünya sevgisini kalbine yerleştirmemektir. Kalbine; Allah sevgisini, Resûlü ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin aşkını yerleştirip, İslâm ahlâkının güzel hasletlerini doldurmalıdır. Cömertlik, parayı, malı; hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almak, tevazu; dünya rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü Ahî bilir ki, eline gelenler Allahü teâlânın lütfu ve ihsanıdır. Kendi elinde bir şey yokdur. Kerem; herkese faydalı işleri, her türlü yardımı yapmasını sevmektir. Merhamet ve affetmek; canlılara çok acımak, düşmandan veya suçludan intikam almaya, karşılığını yapmaya gücü yeter iken vazgeçip yapmamaktır. Hodbin olmamak; kendi menfaatinden çok, kardeşlerini düşünmektir.

Ahîlik merasimleri: Ahîlerin kendilerine has merasimleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir.

1-An’anevî Ahî Evren merasimleri: Senelik olup, Kırşehir’de yapılır.

2-Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahîliğe girmek talebinde bulunan gençlerin birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, bu merasim zamanla çırak kabul etme halini aldı.

3-Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlamış olanların kalfalığa yükseltilmesi merasimidir.

Ahîlik mensuplarının, takdir edilmenin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Mesela şu suçları işleyen, Ahîlikten çıkarılırdı: Şarap ve alkollü içki içen, zina, livata yapan, gammazlık eden (dedikodu, iftira, münafıklık edip, başkalarının ayıblarını meydana çıkarmaya uğraşan), gururlanıp kibirlenen, sert ve merhametsiz olan, ihanet eden, kin tutan, affetmeyen, sözünde durmayan, yalan söyleyen, emanete hıyanet eden, hain olan, kadınlara ve kızlara şehvetle bakan, din kardeşinin ayıbını örtmeyip, açığa çıkaran, cimrilik eden, sözünde durmayan, koğuculuk ve gıybet eden, hırsızlık ve diğer gayr-i ahlâkî fiilleri işleyen...

Ahîlik teşkilatı ve Ahî birlikleri, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde çok büyük hizmetler verip, önemli vazifeleri îfa etti. Milletin gönlünde taht kurdu. Osmanlıların son zamanlarında, Tanzimat, Meşrutiyet ve daha sonraki devrelerde faaliyet sahası daraltıldı. Bundan sonra, İslâm’ın güzel ahlâkından ayrılıp, hakkın yerine batıl ve dalalete, hidayet yerine bid’at ve şehvete, marifet yerine kavga ve çekişmeye, alçak gönüllülük yerine benlik ve nefse, fütüvvet yerine kemlik ve kötülüğe, itaat ve ibadet yerine fesada düştüler. Onların isimleri altına saklanarak türlü kötülükler işlenmesine ve çıkarılmasına rağmen, Ahîler, Anadolu’nun bağrmda ve Türk Milleti’nin gönlünde taht kurduklarından, asîl hizmetleri unutulmamıştır. Zaviyelerin gördüğü hizmeti; köy odaları, yaran odasi, imece usûlü, kuşak merasimi, muaşeret kaidelerinin öğretildiği terbiye ocağı, esnaf ve san’atkarın vakurane hali, hâlâ Ahîlerin usûl, erkan ve adabının bazılarını devam ettirmektedirler.

Ahîler, zaviyelerin bakımma, edeb ve muaşeret kaidesine çok ehemmiyet verirlerdi. Ahî zaviyesi, müstakil, geniş avlu içinde, beyaz duvarlı ve aydınlık bina idi. İçerisi halı ve kilimlerle döşeli, temiz, çeşmeli ve kapısında nöbetçi var idi. Ahîler, ikindiden sonra zaviyeye gelip, toplanırdı. Kazançlarını, Ahî babaya teslim ederlerdi. Bu parayla yemek ve meyve alınır, misafirlerle beraber yemek yenir ihtiyaçlar te’min edilirdi. Yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm okunur, sohbet edilirdi. Ahîlerin muaşeret adabı kaidelere bağlanıp, yedi yüz kırk maddeden müteşekkildi. Zaviyeler de hususiyetle Cumartesi akşamları, bu kâidelerin öğretilmesine ayrılırdı. Ahîliğe yeni katılan gençlere; Ahîlerin tavır ve hareketlerini belirleyen kaideler öğretilirdi. Mesela, yemek yemekle alakalı olan kaidelerden bazıları şöyle idi: Temiz giyinmek, sofrada büyüklerden önce yemeye başlamamak, yemekten önce ve sonra el yıkamak, kendi önünden yemek, lokmaları küçük almak, yemek odasına ayakkabı ile girmemek, ağız, diş ve burun temizliğini başkalarının yanında yapmamak, kaşınmamak, lokmaları çiğnerken dudakları yummak, ağzını şapırdatmamak, hakkından fazlasını yememek, yediğinin helal olduğunu bilerek yemek... Ayrıca su içmek, konuşmak, çarşıda yürümek, bir yerden bir yere gitmek, bey’ ve şira yani alış-veriş, oturmak, hamama gitmek, başını taramak, yatakta yatmak gibi mevzûların edebî kaideleri maddeler halinde bildirilmiş idi. Her hareket, muamele, işin başı, devamı, sonu edebe başlı idi. Zaviyede ve diğer yerlerde kıyafetlerine çok dikkat ederlerdi.



1) Rıhle-i İbn-i Battuta; sh. 285

2) Zeyl-i Şakâyık-i Nu’mâniyye (Mecdi tercümesi); sh. 33

3) Aşıkpaşa-zâde târihi

4) Evliya Çelebi seyahatnâmesi

5) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 115

6) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 69

7) El-Fusul-ul-müntehibc. min asar-il-fütüvvet-it-Türkiyye vel-İslâmiyye (İstanbul 1922)
 

Son mesajlar