Hindistan da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Ali Ahmed Sâbir olup, lakabı Alâüddîndir. Mahdum Ali Ahmed Sâbir diye bilinir. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin yetiştirdiği en büyük velîlerden ve talebelerinin önde gelenlerinden olup, kızkardeşinin oğlu ve aynı zamanda damadı idi. Alâüddîn Sâbir, 1196 (H. 592) senesi Rebîul-evvel ayının 19unda Cuma gecesi Heratta doğdu. 1291 (H. 690) senesi Rebîul-evvel ayında Hindistanın Guvalyâr şehrinde vefat etti. Kabri, hak âşıklarınca ziyaret edilmektedir.
Alâüddîn Ali Sâbirin annesi asîl bir aileden, babası Şah Abdurrahîm de (rahmetullahi aleyh) seyyid olup, Gavs-ül-âzam Abdülkâdir-i Geylânînin (r. aleyh) torunlarından idi. Annesi, Alâüddîn Ali Sâbire hâmile iken rüyasında, Peygamber efendimizi görünce, isminin Ahmed konmasını emir buyurdular. Kısa bir zaman sonra da hazret-i Ali görünerek ismini Ali koyun dedi. Doğumundan evvel Ali Ahmed ismi kondu. Doğumundan sonra da zamanının evliyası kendisine Alâüddîn lakabını verdiler.
Alâüddîn Sâbir, doğumundan îtibâren bir sabır numûnesi olarak görüldü. Konuşmaya başladığında ilk söylediği söz; La mevcûde illallah (Âllahü teâlâdan başka hiç bir şey yoktur) oldu. Beş yaşında mübarek pederi vefat etti. Yedi yaşında iken muhtazaman (bayramlar hâriç) oruç tutmaya başladı. Teheccüd namazı kılar çok tefekkür ederdi. Annesi bu hâlini görüp, yaşının erken olduğunu söyledikte o; Anneciğim! Kendimi Âllahü teâlânın aşkında yakmak istiyorum. Elimde değil derdi.
Babası Şah Abdürrahîmin bu dünyâdan ayrılma zamanı geldiğinde, mîdesinde çok şiddetli bir ağrı baş gösterdi. Halk, Ali Ahmede babasının iyileşmesi için dua etmesini söylediklerinde, onlara; Resûlullah efendimizi gördüm. Cennet-i âlâda babamı görmeye hazır idiler. Ve buraya ellerinde Cennet elbiseleri ile gelen meleklerin seslerini duyuyorum. Babamı götürmek üzere geliyorlar. Şimdi dua etmenin hiç bir faydası yoktur buyurdu. Sözlerini bitirir bitirmez muhterem pederi ruhunu teslim etti ve bütün ev dünyâ kokularına benzemeyen değişik ve çok güzel bir koku ile doldu.
Babası Abdürrahîmin vefatından sonra, annesi onu dayısı Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere (rahmetullahi aleyh) götürdü. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker onlara kucak açtı. Bu büyük evliya, ilk bakışta Ali Ahmedin alnında parlayan nuru gördü. Kızkardeşine, böyle nadide bir cevheri kendisine getirdiği için teşekkür etti. Bakımını ve ilim öğretilmesi işini üzerine aldı. Böyle bir talebenin kendisine gelme sevincinden vecde geldi. Bir zaman vecd içinde kaldıktan sonra, kızkardeşi; Sevgili kardeşim! Onu sizin hizmetinize getirdim. İnşâallah kabul buyurursunuz dedi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri; Biz, Ali Ahmedden, onun doğum ve ilerideki hâllerinden zâten haberdâr idik. Bizim yanımızda üç senede ilmini tamamlayacak buyurdular.
Sirr-ül-Abdiyyâd kitabında şöyle yazıyor: Ali Ahmed, verilen dersleri çok kısa bir zamanda Öğreniyordu. Oruç tutuyor ve mücâhede yaparak nefsini terbiye ediyordu. Tedrisâtını üç senede bitirdi. Başkaları belki altı senede bitirebilirdi. Tedrisâtını bitirince, annesi, Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerden Herata dönmek üzere izin istedi ve; Sevgili kardeşim! Ali Ahmedim oruç tutmağı çok sever. Lütfen göz-kulak olunuz ki, açlıktan ölmesin. Yaşarsam on iki sene sonra geri gelip düğününü yaparız dedi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker tebessüm buyurdu. Annesinin gönlünü yapmak için Ali Ahmedi yanlarına çağırdı ve ona mutfağın yemek dağıtım vazifesini verdi. Kız kardeşi buna memnun oldu. Sabah ve akşam namazlarından sonra, Ali Ahmed, fakirlere yemek dağıtırdı. Sonra hücresine çekilir, mücâhede yapardı. Yemek yiyenler, Ali Ahmed Sâbirin vazifeyi aldığı günden beri, yemek dağıttığı hâlde kendisinin hiç yemek yediğini görmediler.
Bir gün Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere (rahmetullahi aleyh), Ali Ahmedin hücresinde ağladığı malûm oldu. Yemek dağıtımından sonra, Ali Ahmedi bulup ağlama sebebini sordu. Ali Ahmed Sâbir; Allahü teâlâ, bizi dünyâ hayâtından ayırdı. Velîlerin ve Ricâl-ül-gayb ismi verilen evliyanın hâricinde hiç bir insan yanıma gelmeyecek. Yoksa, evliyalık yolunda ilerliyebilmem mümkün olmaz. Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. Allahü teâlâ merhamet eylesin. İleride benim için daha neler olacak. Hak teâlânın takdirinden kaçılmaz. Onun irâdesine mûtîyim dedi ve hücresine çekildi.
Günlerce odasında murakabe hâlinde kaldı. 1226 (H. 623)de Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbirin hücresine girdiler. Kendisini derin bir murakabe hâlinde buldular. Yüksek sesle sağ kulağına, yedi defa Kelime-i tevhîd okudular. Ancak yedincisinde gözlerini açabildi. Kendisini dışarıya çıkarttı. Önceden hazırladığı yere oturttu. Takkesini ve hırkasını giydirerek; vekîli olduğunu herkese îlân etti.
Ali Ahmed Sâbir, İslâmiyetin zayıfladığı Guvalyâra, hocası Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin emri ile, 1252 (H. 650)de Alîmullah Ebdâl ile birlikte hareket etti. Oraya vardığında, Ebüs-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârînin evinde kaldı. Ertesi gün camide, Guvalyâra vazifeli olarak geldiğini, herkese duyurdu. Muhammed Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behâeddîn ve Cemâl Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn Sâbirin ilk talebeleri oldular. Behâüddîn ve Cemâl ders esnasında camide bulunuyorlardı. Derste Alâüddîn-i Sâbiri (rahmetullahi aleyh) desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gün Guvalyâr Câmiinde vâz ederek kendisinin Guvalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar etti. Halk, kabul etmemekte direniyordu. Alâüddîn-i Sâbir bu defa, kendisini bu vazife ile gönderenin, evliyanın sultânı Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker olduğunu söyledi. Halk, sessizce dağılıp, durumu idarecilerinden Kadı Tabraka haber verdiler. Kadı Tabrak, Alâüddîn. Sâbire gelip imtihan etmeye kalkıştı ve; Eğer hakîkaten sâlih bir kimse isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver dedi. Alâüddîn Sâbir (rahmetullahi aleyh), bir müddet gözlerini semâya çevirip baktı ve sonra; Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler, yoksa onları isimleriyle çağıracağım buyurdu. Birkaç dakika içinde bâzı kimseler gelip yaptıkarını îtirâf ettiler. Bu keramete şâhid olanlar, Alâüddîn Sâbirin Guvalyâr imâmı olduğunu kabul ettiler. Kaba câhil Tabrak ise; Bu büyücüdür. Yaptığı keramet değildir. Büyü aldatmasıdır dedi. Oraya gelen zayıf karekterli reisleri Zamvan da fikir değiştirip, Alâüddîn Sâbire; Doğru, sen bir büyücüsün. Yaptıkların büyüdür dedi. O zaman Sâbir hazretleri; Elhamdülillah! Bu fakîr, Peygamber efendimizin bir sünnetine uydu. Ona büyücü dedikleri gibi bize de diyorlar buyurdu. Daha sonra oradan ayrılıp, Muhammed Gülzâdînin evine gitti. Başından geçenleri yazarak, Alîmullah Ebdâl ile hocası Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere (rahmetullahi aleyh) gönderdi.
22 Şubat 1253 (20 Zilhicce 650) senesinde Alîmullah Ebdâl, Ferîduddîn-i Genc-i Şekere mektubu verdi. O da bir fetva hazırlayarak, Resûlullah efendimizin manevî tasdîki ile Kadı Tabraka gönderol Kadı Tabrak, fetvayı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere şöyle yazdı: Uzun zamandır Guvalyârın imameti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imamımız olarak kabul edebiliriz. Mektup ve yırtık fetvayı, Ali Ahmed Sâbire, Safrat isimli kadın hizmetçi getirdi. Çok üzülen Alâüddîn Sâbir, Safrata; Madem ki o, bizim hocamızın fetvasını yırtınıştır, biz de onun ismini Levh-ül-mahf uzdan yırttık. Ve bugünden itibaren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyamete kadar cezâlanacaklardır dedi. Alâüddîn Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere iletti. Yırtılmış fetva ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Guvalyâr reisi Zamvana 7 Muharrem 1253 (H.651)de şöyle bir mektup yolladı: Allahü teâlâ. sizlere Guvalyâra reis olmak nasîb etti ise, Ali Ahmedin de imâm olmasını takdir eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itaat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmedin isimlerinizi Levh-ül-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz? İmamınızı kabul etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazab eder. Kabul ederseniz, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü hoşnûd olur. Kadı Tabrak ile beraber, Ali Ahmede büyücü demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmedim, Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazifelendirilmiştir.
Bu fakîr ilâve ederim ki, Kadı Tabrak, Ali Ahmede hürmet ve itaat etsin. İtaat etmezse, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyan edenleri cezalandırır. Cezasının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur Alâüddîn Sâbirin babasının ismi Abdürrahîmdir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-âzam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânîdir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Guvalyâr halkı, başkalarının imametini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûl-i ekremin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim ki, şayet itaat etmezseniz, hepiniz helak olursunuz. Allahü teâlâ; Resûlullaha itaat, Allahü teâlâya itaattır buyuruyor. Şimdi itaat etmek ve etmemek kendi elinizdedir. Ferîdüddîn-i Genç-i Şeker, mektubunu mühürledi ve Alîmullah Ebdâle verdi. Ona; Kıyâmüddîn Zamvana bunu götür dedi. Mektub, Kıyâmüddîn Zamvana gittiğinde, Guvalyârın ileri gelenleriyle beraber Kadı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâle; Ferîdüddîn hazretlerinin yapından ne zaman ayrıldın? diye sorunca; Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Guvalyârda Mahdum Ali Ahmed Sâbir ile kıldım dedi. Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin? dediler. Mahdum Ali Ahmed Sâbirin kerameti ile. Siz de itaat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhur edebilir dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kadı, yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabul etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin mektubunu yırttılar. Alâüddîn Sâbir durumu bir mektupla hocasına bildirdi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibaretti: Siz bilirsiniz!
Hocasından mektupla izin alan Alâüddîn Sâbir hazretleri, Kurân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. Guvalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defa zelzele olduğunda, Guvalyâr reisi, doğruca Kadı Tabraka gitti. Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir? Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmedi kabul etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak dedi. Kadı Tabrak; Guvalyârda yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrattır. Yunanlıdır. Büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defa zelzele oldu. Kadın dedi ki: Efendim! Bu büyü, sizin Guvalyâr kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak, bir değil bir kaç defa zelzele olur. Zamvana inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvanı rahatlattı. 14 Mart 1253 (11 Muharrem 651) Cuma günü idi Mahdum Ali Ahmed, Camiye Kadı Tabrak ve Zamvandan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâüddîn vardı. Mihraba geçip oturdu. Kadı Tabrak gelip; Orayı benim için boşalt! dedi. Alâüddîn Sâbir (rahmetullahi aleyh); Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksâ bütün şehir halkıyla beraber helak olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyamet gününe kadar pişmanlık çekerler buyurdu.
Kadı Tabrak dinlemeyip reddetti ve Neden hep ısrar edip duruyorsun? Hiç birimiz seni kabul etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın büyücü bile tuttuk dedi. Bu son sözünden sonra Mahdum Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâüddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz Alacak azıcık bir yer bile vermediler, öyle ki, Allahü teâlânın bu sevgili kulu, caminin dışındaki merdivenlere kadar itelendi. Cuma namazı başladı. Cemâat rükûa gitti. Alâüddîn Sâbir hazretleri rükûa eğildiğinde, aniden caminin duvarları rükûa giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Caminin dışındakiler koşuyorlardı. Muhammed Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdum Sâbir ona; Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukda gömülü kaldı. Alîmullah Ebdâl, kendisini getirsin. dedi. Behâüddîn kurtarıldıktan sonra, Alâüddîn Sâbir hazretleri, Gülzâdîye buyurdu ki: Bir gün içinde Guvalyârdan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabalarınızı ve arkadaşlarınızı beraberinizde götürünüz. Allghü teâlânın azabı henüz bitmedi. Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Guvalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1-Mahdum Sâbirin içinde bulunduğu elli metre karelik saha, 2-Şehîd kabirleri, 3-Muhammed Gülzâdînin evi. Guvalyâr, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyasını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece cezalarını görmüş oldular. İkiyüz elli sene Guvalyâr harâb hâlde kaldı.
Zelzele olan yirmi dört kilometrelik bölgeye hiç kimse giremedi. Guvalyâr faciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok korkmuştu. O zamanlar Delhide bulunan Sultan, vezirini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. 1253 (23 Safer 651)de yazdığı iltica yazısı kısaca şöyledir: Kıymetli efendim! Guvalyâr faciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıyâmüddîn Zamvana benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığınıyorum. Lütfedip emir ve talimatlarınızı gönderirseniz, onlara göre hareket ederim. Gönderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, Sultanın ve ailesinin ilticasını kabul etti. Ancak Guvalyârın harâb olmuş arazisine kimsenin girmemesini ve Delhideki halîfesi Nizâmüddîn-i Evliyânın teveccühlerine kavuşmasını tenbihetti.
Şemsüddîn-i Türkî, Türkistandan 12 Zilhicce 1260 (H. 658)de yâni Guvalyâr faciasından yedi sene sonra, yirmi bir talebe arkadaşıyla Acudhâna geldiler. Şemsüddînin niyeti, Genc-i Şekere talebe olmaktı. Genc-i Şeker ise; Şemsüddîn! Alâüddîne git. Sana lâzım olanı o verecektir buyurdu. Şemsüddîn ve arkadaşları Guvalyâra doğru yola çıktılar. Zelzele olan yere kadar geldiler. Oradan içeriye, değil insanlar, kuşlar bile geçmiyordu. Gemâleddîn Ebdâl, Alâüddîn Sâbir adına zelzele hududunda misafirleri karşıladı. Şemsüddîn; Bu tehlikeli bölgeye nasıl girecek ve o büyük velînin ellerini nasıl öpeceğiz? diye sorunca, Cemâleddîn; Merak etmeyin, birazdan Alîmullah Ebdâl gelip size yardımcı olacak dedi. Bu arada Alîmullah Ebdâl geldi ve misafirleri Alâüddîn Sâbire götürdü. Kendisini murakabe hâlinde buldular. 22 gün ve gece, Mahdum Sâbir aynı vaziyette kaldı. Sâdece namaz vakitlerinde namazını kılıyor, eski durumuna tekrar geliyordu. Alîmullah Ebdâl, misafirlerinin geldiğini söylemek için fırsat bulamadı. Bu zaman zarfında, Şemsüddîn hâriç diğer bütün talebeler sabredemeyip Acudhâna geri döndüler Şemsüddîn, Alâüddîn Ahmedin bu kadar uzun zamandır dünyâyı ve kendi ihtiyaçlarını unutarak, tefekkür hâlinde kalmasını büyük bir hayranlıkla karşıladı. Zavallı arkadaşlarının ayrılışından on iki saat sonra Alâüddîn Sâbir kendine geldi ve sordu; Şemsüddîn! Seni, hocam Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker gönderdi değil mi? dedi. Şemsüddîn; Siz daha iyi bilirsiniz efendim dedi. Sâbir; Allahü teâlânın güneşi semâda, bu fakîrin güneşi ise yeryüzündedir buyurarak, Şemsüddîne Şemsül-Arz (yeryüzünün güneşi) ünvanının verileceğini bildirdi.
Mahdum Ali Ahmed Sâbir, Şemsüddîni talebe olarak kabul etti. Kendisi ile birlikte üç gün kalmasını, daha sonra Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere gitmesini, vefatına kadar onun yanında kalmasını emretti. Sonra yine tefekküre daldı. Müteâkib üç gün içinde, kendisi ile konuşmak mümkün olmadı. Üç gün sonunda Alîmullah Ebdâl ile birlikte Acudhâna doğru yola çıktılar.
Şemsüddîn, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine, geldiğini söylediği zaman; Alâüddîn Sâbirin hizmetinden neden geri döndün? buyurdu. O da; Size hizmeti emretti efendim dedi. O zaman git ormandan odun topla ve sat. Nafakanı temin et. Gündüz riyazet çekerek nefsini terbiye edeceksin, geceleri de kendini Allahü teâlâya vereceksin buyurdu. Şemsüddîn dört sene bu işe devam etti. Bâzan satacak odun bulamaz, açlık çekerdi. Genc-i Şekerin vefatına kadar emredildiği şekilde hareket etti.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin vefatından sonra, Şemsüddîn, Acudhân şehrinden çıkıp Guvalyâra geldi. Hocası Sâbiri o ağacın altında, aynı şekilde tefekkür hâlinde gördü. Korkusundan yanına yaklaşamayıp, arkasında bekledi. Alâüddîn Sâbir kendisine gelince, sordu; Şemsüddîn! Geldin mi? Evet efendim. Emrinizi bekliyorum. Alâüddîn Sâbir, sarığını ve hırkasını getirip, kendi eliyle hırkasını giydirdi ve sarığını Şemsüddînin başına koydu ve tekrar tefekkür hâline döndü. Böylece Şemsüddînin hilâfeti tasdîk olundu.
Şemsüddîn şöyle anlatır: Hocam, zaman zaman murakabe hâlinde aynı ağacın dalına tutunur, sağ eli yukarıda, gözleri semâya doğru tek noktaya çevrilmiş öylece dururdu. Ezan okununca; Şemsüddîn! Dînimiz ne güzel; insanı, Allahü teâlânın huzuruna çağırıyor der, beni imamete geçirirdi. Bâzan da Semsüddîn! Yiyecek bir şey var mı? diye sorardı. Ben de ona bir ağacın meyvesinden verirdim. Dudaklarına değdirir ve atardı. Onları bereketlenmek için toplar, saklardım.
Alâüddîn Sâbir, 1285 (H. 684) senesinde Şemsüddîne Habs-ı Kebîr denen altı senelik mücâhedeye girmesini emretti. Habs-ı Kebîr, bir kabrin içinde yapılırdı. Alâüddîn Sâbir de bunu yapmıştı. Şemsüddîn de; Başüstüne efendim dedi. Kabrin içine girerek nefsini terbiye etmeye başladı. Bu mücâhededen çıktığında, hocası ona; Şimdi Amber şehrine git. Alâüddîn-i Halcîye yardım et. Kaleyi zabt edin. Senin yardımın olmadan kaleyi alamayacak. Kaleyi aldığınız gün, ben vefat etmiş olacağım. O da, Rebîul-evvel ayının 13. günü 1291 (H. 690)da olacaktır.
Şemsüddîn bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Dedi ki: Efendim, cenaze hizmetlerinizi kim yapacak? Nereye defn olunacaksınız? Sizi kabre kim koyacak? Türbeniz nasıl olacak? Hocası da; Hizmetleri siz yapacaksınız. Allahü teâlânın ihsanı ve büyüklerimizin rûhâniyeti yardımcınız olacak buyurdu.
Şemsüddîn, hocasının emrini yerine getirmek için Amber Kalesine gitti. Amber Kalesinin düşüşünden sonra, askerlerin arasından gizlice ayrıldı. Yolda Alîmullah Ebdâl ile karşılaştı. Alîmullah ağlıyordu. Buyurdukları gibi, Alâüddîn Sâbirin aynı târihte vefat ettiğini öğrendi.
Bir defasında, uzak-yakın yerlerden binlerce ziyaretçinin toplandığı bir sırada, oralarda su sıkıntısı meydana geldi. İhtiyaç kadar su bulmanın imkânı yoktu. Alâüddîn Sâbirin talebelerinden Mevlânâ Nûrullah, o günlerde rüyasında hocasını gördü. Kendisine; Elde bulunan suyu, dergâh mescidinin küçük deposuna doldurun. Oraya Cehnet çeşmelerinden su akıtacağız. Böylece susuzluk çekmeyeceksiniz buyurdu. Mevlânâ Nûrullah; Peki efendim deyip, uyanınca bildirilen şekilde yaptı. Bundan sonra hiç su sıkıntısı çekilmedi ve o küçük deponun suyu hiç tükenmedi.
Şah Muhammed Hasen (rahmetullahi aleyh) isimli bir zât anlatır; Yine bu toplantılardan birinde, Mahdum Sâbirin dergâhında bulunuyorduk. Oğlum Şah Rauf Hasen, Hâce Ali Ahmed Sâbirin menkıbe, keramet, söz ve güzel hâllerinin toplandığı Hakîkat-i Gülzâr-i Sâbir isimli eserden bâzı kısımlar okuyordu. Zamanın meşhûr zâtlarından bir çoğu da orada idiler. Mahdum Sâbirin dergâhında hizmetçilik yapan birisi, kitabın bâzı yerlerine itiraz etti ve bâzı sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzam illetine (hastalığına) yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. O cemâatte bulunanların hepsi, bu hâdiseye şâhid oldular ve kendisine; Bu, Alâüddîn Sâbirin hayâtına ait yazılara olan inançsızlığının cezasıdır dediler. O kimse tövbe edip pişman oldu ise de, o haliyle oracıkta vefat etti.
Mevlânâ Muhammed Nûrullah Bahraşî anlatır: Hâce Alâüddînin dergâhında uzun zaman kaldım. Bir defasında, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Guvalyâra gelip dergâhı yıkmak üzere, bir grup askerle Delhiden yola çıktı. Hâcenin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûmdan özür dilediler ve onun talebelerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.
Hayât-ı Sâbir Kalyarî kitabında şöyle anlatılır: Orada bulunan iki İngiliz ava çıkmışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûmun dergâhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiç bir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü. Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşının cesedini bile alamadan kaçıp gitti.
Hindistanda bulunan Meşhûr Ganj nehri üzerinde bir kanal açılacaktı. Kanal plânını hazırlamak vazifesi de bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûmun dergâhından geçiyordu. İnsanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağmen İngiliz mühendis, Hâce Mahdûmun dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi dergâhın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, kendisini, çadırın orta direğinde, başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun kendisine, Hâceyi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâüddîn Mahdûmun dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.
Envâr-ül-âşıkîn kitabının müellifi, 1857 senesinde, Hindistanda ayaklanma yatıştıktan sonra, Guvalyâra giderek Alâüddîn-i Sâbirin kabrini ziyaret etti. Ziyareti esnasında bir İngiliz subayı dergâha geldi. Yanında adamları ve polisler vardı. Ayakkabılarıyla dergâha girmek istedi. Hizmetçi Mansab Ali Hân kendisini durdurarak; Burası müslümanların mübarek velîlerinden birisi olan Alâüddîn Sâbirin kabridir. Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın dedi. İngiliz subayı sinirinden kıpkırmızı oldu. Vurmak üzere kırbacını Mansab Ali Hâna doğru kaldırdı. Tam vuracakken, Mansab Ali Hân mâni oldu. Öfkesinden deliye dönen İngiliz, bütün hizmetçileri ve ziyaretçileri yakalamaları için adamlarına emir verdi. Hepsini isyan etmekle itham etti. Hizmetçilerden bâzıları Sâbirin kabrine gelip, İngiliz subayını şikâyet ettiler. Aynı anda İngiliz subayı midesini tutarak inlemeye başladı. Ağrısı gittikçe artıyordu. Adamlarına dönerek; Burası kimin yeridir? dedi. Onlar da kendisine; Burası, Mahdum Alâüddîn Sâbirin dergâhıdır dediler. İngiliz subayı, yakaladıkları müslümanların serbest bırakılmasını emr ederek; Görünüşe bakılırsa bu zâtı incittik. Beni Ruurhiye (Guvalyârdan 5 mil mesafede bir şehir) götürün dedi. Oradan ayrıldılar, Fakat İngiliz subayı yolda öldü.
Alâüddîn Sâbir (rahmetullahi aleyh), Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine lâyık bir talebe, onun tam bir vekili oldu. Zahirî ve bâtınî ilimlerde emsali yoktu. Haramlardan, şüphelilerden, dünyâya düşkün olmaktan, dünyâya düşkün olanlarla beraber olmaktan uzak durdu! Ettiği dua hemen kabul olurdu. Zamanında bulunan evliyanın baştâcı, hakîkatı arayanların yol göstericisi, zamanının süsü idi. Keşf ve kerametleri çoktur.
1) Siyer-ül aktâb;sh. 177
2) Siyer-ül-evliya; sh. 123
3) Firdevs-ül-vücûb
4) Sırr-ül-ubûdiyyet
5) Hakîkat-ı Gülzâr-ı Sâbir. (Şah Muhammed Hassan Sabrî, Kampûr 1320)
6) The Big five of India in Sufism; sh. 107
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 94
8) Hayâtı Sâbir Kalyarî; sh. 96
Alâüddîn Ali Sâbirin annesi asîl bir aileden, babası Şah Abdurrahîm de (rahmetullahi aleyh) seyyid olup, Gavs-ül-âzam Abdülkâdir-i Geylânînin (r. aleyh) torunlarından idi. Annesi, Alâüddîn Ali Sâbire hâmile iken rüyasında, Peygamber efendimizi görünce, isminin Ahmed konmasını emir buyurdular. Kısa bir zaman sonra da hazret-i Ali görünerek ismini Ali koyun dedi. Doğumundan evvel Ali Ahmed ismi kondu. Doğumundan sonra da zamanının evliyası kendisine Alâüddîn lakabını verdiler.
Alâüddîn Sâbir, doğumundan îtibâren bir sabır numûnesi olarak görüldü. Konuşmaya başladığında ilk söylediği söz; La mevcûde illallah (Âllahü teâlâdan başka hiç bir şey yoktur) oldu. Beş yaşında mübarek pederi vefat etti. Yedi yaşında iken muhtazaman (bayramlar hâriç) oruç tutmaya başladı. Teheccüd namazı kılar çok tefekkür ederdi. Annesi bu hâlini görüp, yaşının erken olduğunu söyledikte o; Anneciğim! Kendimi Âllahü teâlânın aşkında yakmak istiyorum. Elimde değil derdi.
Babası Şah Abdürrahîmin bu dünyâdan ayrılma zamanı geldiğinde, mîdesinde çok şiddetli bir ağrı baş gösterdi. Halk, Ali Ahmede babasının iyileşmesi için dua etmesini söylediklerinde, onlara; Resûlullah efendimizi gördüm. Cennet-i âlâda babamı görmeye hazır idiler. Ve buraya ellerinde Cennet elbiseleri ile gelen meleklerin seslerini duyuyorum. Babamı götürmek üzere geliyorlar. Şimdi dua etmenin hiç bir faydası yoktur buyurdu. Sözlerini bitirir bitirmez muhterem pederi ruhunu teslim etti ve bütün ev dünyâ kokularına benzemeyen değişik ve çok güzel bir koku ile doldu.
Babası Abdürrahîmin vefatından sonra, annesi onu dayısı Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere (rahmetullahi aleyh) götürdü. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker onlara kucak açtı. Bu büyük evliya, ilk bakışta Ali Ahmedin alnında parlayan nuru gördü. Kızkardeşine, böyle nadide bir cevheri kendisine getirdiği için teşekkür etti. Bakımını ve ilim öğretilmesi işini üzerine aldı. Böyle bir talebenin kendisine gelme sevincinden vecde geldi. Bir zaman vecd içinde kaldıktan sonra, kızkardeşi; Sevgili kardeşim! Onu sizin hizmetinize getirdim. İnşâallah kabul buyurursunuz dedi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri; Biz, Ali Ahmedden, onun doğum ve ilerideki hâllerinden zâten haberdâr idik. Bizim yanımızda üç senede ilmini tamamlayacak buyurdular.
Sirr-ül-Abdiyyâd kitabında şöyle yazıyor: Ali Ahmed, verilen dersleri çok kısa bir zamanda Öğreniyordu. Oruç tutuyor ve mücâhede yaparak nefsini terbiye ediyordu. Tedrisâtını üç senede bitirdi. Başkaları belki altı senede bitirebilirdi. Tedrisâtını bitirince, annesi, Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerden Herata dönmek üzere izin istedi ve; Sevgili kardeşim! Ali Ahmedim oruç tutmağı çok sever. Lütfen göz-kulak olunuz ki, açlıktan ölmesin. Yaşarsam on iki sene sonra geri gelip düğününü yaparız dedi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker tebessüm buyurdu. Annesinin gönlünü yapmak için Ali Ahmedi yanlarına çağırdı ve ona mutfağın yemek dağıtım vazifesini verdi. Kız kardeşi buna memnun oldu. Sabah ve akşam namazlarından sonra, Ali Ahmed, fakirlere yemek dağıtırdı. Sonra hücresine çekilir, mücâhede yapardı. Yemek yiyenler, Ali Ahmed Sâbirin vazifeyi aldığı günden beri, yemek dağıttığı hâlde kendisinin hiç yemek yediğini görmediler.
Bir gün Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere (rahmetullahi aleyh), Ali Ahmedin hücresinde ağladığı malûm oldu. Yemek dağıtımından sonra, Ali Ahmedi bulup ağlama sebebini sordu. Ali Ahmed Sâbir; Allahü teâlâ, bizi dünyâ hayâtından ayırdı. Velîlerin ve Ricâl-ül-gayb ismi verilen evliyanın hâricinde hiç bir insan yanıma gelmeyecek. Yoksa, evliyalık yolunda ilerliyebilmem mümkün olmaz. Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. Allahü teâlâ merhamet eylesin. İleride benim için daha neler olacak. Hak teâlânın takdirinden kaçılmaz. Onun irâdesine mûtîyim dedi ve hücresine çekildi.
Günlerce odasında murakabe hâlinde kaldı. 1226 (H. 623)de Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbirin hücresine girdiler. Kendisini derin bir murakabe hâlinde buldular. Yüksek sesle sağ kulağına, yedi defa Kelime-i tevhîd okudular. Ancak yedincisinde gözlerini açabildi. Kendisini dışarıya çıkarttı. Önceden hazırladığı yere oturttu. Takkesini ve hırkasını giydirerek; vekîli olduğunu herkese îlân etti.
Ali Ahmed Sâbir, İslâmiyetin zayıfladığı Guvalyâra, hocası Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin emri ile, 1252 (H. 650)de Alîmullah Ebdâl ile birlikte hareket etti. Oraya vardığında, Ebüs-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârînin evinde kaldı. Ertesi gün camide, Guvalyâra vazifeli olarak geldiğini, herkese duyurdu. Muhammed Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behâeddîn ve Cemâl Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn Sâbirin ilk talebeleri oldular. Behâüddîn ve Cemâl ders esnasında camide bulunuyorlardı. Derste Alâüddîn-i Sâbiri (rahmetullahi aleyh) desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gün Guvalyâr Câmiinde vâz ederek kendisinin Guvalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar etti. Halk, kabul etmemekte direniyordu. Alâüddîn-i Sâbir bu defa, kendisini bu vazife ile gönderenin, evliyanın sultânı Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker olduğunu söyledi. Halk, sessizce dağılıp, durumu idarecilerinden Kadı Tabraka haber verdiler. Kadı Tabrak, Alâüddîn. Sâbire gelip imtihan etmeye kalkıştı ve; Eğer hakîkaten sâlih bir kimse isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver dedi. Alâüddîn Sâbir (rahmetullahi aleyh), bir müddet gözlerini semâya çevirip baktı ve sonra; Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler, yoksa onları isimleriyle çağıracağım buyurdu. Birkaç dakika içinde bâzı kimseler gelip yaptıkarını îtirâf ettiler. Bu keramete şâhid olanlar, Alâüddîn Sâbirin Guvalyâr imâmı olduğunu kabul ettiler. Kaba câhil Tabrak ise; Bu büyücüdür. Yaptığı keramet değildir. Büyü aldatmasıdır dedi. Oraya gelen zayıf karekterli reisleri Zamvan da fikir değiştirip, Alâüddîn Sâbire; Doğru, sen bir büyücüsün. Yaptıkların büyüdür dedi. O zaman Sâbir hazretleri; Elhamdülillah! Bu fakîr, Peygamber efendimizin bir sünnetine uydu. Ona büyücü dedikleri gibi bize de diyorlar buyurdu. Daha sonra oradan ayrılıp, Muhammed Gülzâdînin evine gitti. Başından geçenleri yazarak, Alîmullah Ebdâl ile hocası Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere (rahmetullahi aleyh) gönderdi.
22 Şubat 1253 (20 Zilhicce 650) senesinde Alîmullah Ebdâl, Ferîduddîn-i Genc-i Şekere mektubu verdi. O da bir fetva hazırlayarak, Resûlullah efendimizin manevî tasdîki ile Kadı Tabraka gönderol Kadı Tabrak, fetvayı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere şöyle yazdı: Uzun zamandır Guvalyârın imameti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imamımız olarak kabul edebiliriz. Mektup ve yırtık fetvayı, Ali Ahmed Sâbire, Safrat isimli kadın hizmetçi getirdi. Çok üzülen Alâüddîn Sâbir, Safrata; Madem ki o, bizim hocamızın fetvasını yırtınıştır, biz de onun ismini Levh-ül-mahf uzdan yırttık. Ve bugünden itibaren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyamete kadar cezâlanacaklardır dedi. Alâüddîn Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere iletti. Yırtılmış fetva ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Guvalyâr reisi Zamvana 7 Muharrem 1253 (H.651)de şöyle bir mektup yolladı: Allahü teâlâ. sizlere Guvalyâra reis olmak nasîb etti ise, Ali Ahmedin de imâm olmasını takdir eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itaat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmedin isimlerinizi Levh-ül-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz? İmamınızı kabul etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazab eder. Kabul ederseniz, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü hoşnûd olur. Kadı Tabrak ile beraber, Ali Ahmede büyücü demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmedim, Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazifelendirilmiştir.
Bu fakîr ilâve ederim ki, Kadı Tabrak, Ali Ahmede hürmet ve itaat etsin. İtaat etmezse, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyan edenleri cezalandırır. Cezasının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur Alâüddîn Sâbirin babasının ismi Abdürrahîmdir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-âzam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânîdir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Guvalyâr halkı, başkalarının imametini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûl-i ekremin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim ki, şayet itaat etmezseniz, hepiniz helak olursunuz. Allahü teâlâ; Resûlullaha itaat, Allahü teâlâya itaattır buyuruyor. Şimdi itaat etmek ve etmemek kendi elinizdedir. Ferîdüddîn-i Genç-i Şeker, mektubunu mühürledi ve Alîmullah Ebdâle verdi. Ona; Kıyâmüddîn Zamvana bunu götür dedi. Mektub, Kıyâmüddîn Zamvana gittiğinde, Guvalyârın ileri gelenleriyle beraber Kadı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâle; Ferîdüddîn hazretlerinin yapından ne zaman ayrıldın? diye sorunca; Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Guvalyârda Mahdum Ali Ahmed Sâbir ile kıldım dedi. Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin? dediler. Mahdum Ali Ahmed Sâbirin kerameti ile. Siz de itaat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhur edebilir dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kadı, yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabul etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin mektubunu yırttılar. Alâüddîn Sâbir durumu bir mektupla hocasına bildirdi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibaretti: Siz bilirsiniz!
Hocasından mektupla izin alan Alâüddîn Sâbir hazretleri, Kurân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. Guvalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defa zelzele olduğunda, Guvalyâr reisi, doğruca Kadı Tabraka gitti. Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir? Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmedi kabul etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak dedi. Kadı Tabrak; Guvalyârda yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrattır. Yunanlıdır. Büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defa zelzele oldu. Kadın dedi ki: Efendim! Bu büyü, sizin Guvalyâr kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak, bir değil bir kaç defa zelzele olur. Zamvana inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvanı rahatlattı. 14 Mart 1253 (11 Muharrem 651) Cuma günü idi Mahdum Ali Ahmed, Camiye Kadı Tabrak ve Zamvandan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâüddîn vardı. Mihraba geçip oturdu. Kadı Tabrak gelip; Orayı benim için boşalt! dedi. Alâüddîn Sâbir (rahmetullahi aleyh); Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksâ bütün şehir halkıyla beraber helak olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyamet gününe kadar pişmanlık çekerler buyurdu.
Kadı Tabrak dinlemeyip reddetti ve Neden hep ısrar edip duruyorsun? Hiç birimiz seni kabul etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın büyücü bile tuttuk dedi. Bu son sözünden sonra Mahdum Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâüddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz Alacak azıcık bir yer bile vermediler, öyle ki, Allahü teâlânın bu sevgili kulu, caminin dışındaki merdivenlere kadar itelendi. Cuma namazı başladı. Cemâat rükûa gitti. Alâüddîn Sâbir hazretleri rükûa eğildiğinde, aniden caminin duvarları rükûa giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Caminin dışındakiler koşuyorlardı. Muhammed Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdum Sâbir ona; Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukda gömülü kaldı. Alîmullah Ebdâl, kendisini getirsin. dedi. Behâüddîn kurtarıldıktan sonra, Alâüddîn Sâbir hazretleri, Gülzâdîye buyurdu ki: Bir gün içinde Guvalyârdan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabalarınızı ve arkadaşlarınızı beraberinizde götürünüz. Allghü teâlânın azabı henüz bitmedi. Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Guvalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1-Mahdum Sâbirin içinde bulunduğu elli metre karelik saha, 2-Şehîd kabirleri, 3-Muhammed Gülzâdînin evi. Guvalyâr, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyasını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece cezalarını görmüş oldular. İkiyüz elli sene Guvalyâr harâb hâlde kaldı.
Zelzele olan yirmi dört kilometrelik bölgeye hiç kimse giremedi. Guvalyâr faciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok korkmuştu. O zamanlar Delhide bulunan Sultan, vezirini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. 1253 (23 Safer 651)de yazdığı iltica yazısı kısaca şöyledir: Kıymetli efendim! Guvalyâr faciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıyâmüddîn Zamvana benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığınıyorum. Lütfedip emir ve talimatlarınızı gönderirseniz, onlara göre hareket ederim. Gönderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, Sultanın ve ailesinin ilticasını kabul etti. Ancak Guvalyârın harâb olmuş arazisine kimsenin girmemesini ve Delhideki halîfesi Nizâmüddîn-i Evliyânın teveccühlerine kavuşmasını tenbihetti.
Şemsüddîn-i Türkî, Türkistandan 12 Zilhicce 1260 (H. 658)de yâni Guvalyâr faciasından yedi sene sonra, yirmi bir talebe arkadaşıyla Acudhâna geldiler. Şemsüddînin niyeti, Genc-i Şekere talebe olmaktı. Genc-i Şeker ise; Şemsüddîn! Alâüddîne git. Sana lâzım olanı o verecektir buyurdu. Şemsüddîn ve arkadaşları Guvalyâra doğru yola çıktılar. Zelzele olan yere kadar geldiler. Oradan içeriye, değil insanlar, kuşlar bile geçmiyordu. Gemâleddîn Ebdâl, Alâüddîn Sâbir adına zelzele hududunda misafirleri karşıladı. Şemsüddîn; Bu tehlikeli bölgeye nasıl girecek ve o büyük velînin ellerini nasıl öpeceğiz? diye sorunca, Cemâleddîn; Merak etmeyin, birazdan Alîmullah Ebdâl gelip size yardımcı olacak dedi. Bu arada Alîmullah Ebdâl geldi ve misafirleri Alâüddîn Sâbire götürdü. Kendisini murakabe hâlinde buldular. 22 gün ve gece, Mahdum Sâbir aynı vaziyette kaldı. Sâdece namaz vakitlerinde namazını kılıyor, eski durumuna tekrar geliyordu. Alîmullah Ebdâl, misafirlerinin geldiğini söylemek için fırsat bulamadı. Bu zaman zarfında, Şemsüddîn hâriç diğer bütün talebeler sabredemeyip Acudhâna geri döndüler Şemsüddîn, Alâüddîn Ahmedin bu kadar uzun zamandır dünyâyı ve kendi ihtiyaçlarını unutarak, tefekkür hâlinde kalmasını büyük bir hayranlıkla karşıladı. Zavallı arkadaşlarının ayrılışından on iki saat sonra Alâüddîn Sâbir kendine geldi ve sordu; Şemsüddîn! Seni, hocam Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker gönderdi değil mi? dedi. Şemsüddîn; Siz daha iyi bilirsiniz efendim dedi. Sâbir; Allahü teâlânın güneşi semâda, bu fakîrin güneşi ise yeryüzündedir buyurarak, Şemsüddîne Şemsül-Arz (yeryüzünün güneşi) ünvanının verileceğini bildirdi.
Mahdum Ali Ahmed Sâbir, Şemsüddîni talebe olarak kabul etti. Kendisi ile birlikte üç gün kalmasını, daha sonra Ferîdüddîn-i Genc-i Şekere gitmesini, vefatına kadar onun yanında kalmasını emretti. Sonra yine tefekküre daldı. Müteâkib üç gün içinde, kendisi ile konuşmak mümkün olmadı. Üç gün sonunda Alîmullah Ebdâl ile birlikte Acudhâna doğru yola çıktılar.
Şemsüddîn, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine, geldiğini söylediği zaman; Alâüddîn Sâbirin hizmetinden neden geri döndün? buyurdu. O da; Size hizmeti emretti efendim dedi. O zaman git ormandan odun topla ve sat. Nafakanı temin et. Gündüz riyazet çekerek nefsini terbiye edeceksin, geceleri de kendini Allahü teâlâya vereceksin buyurdu. Şemsüddîn dört sene bu işe devam etti. Bâzan satacak odun bulamaz, açlık çekerdi. Genc-i Şekerin vefatına kadar emredildiği şekilde hareket etti.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şekerin vefatından sonra, Şemsüddîn, Acudhân şehrinden çıkıp Guvalyâra geldi. Hocası Sâbiri o ağacın altında, aynı şekilde tefekkür hâlinde gördü. Korkusundan yanına yaklaşamayıp, arkasında bekledi. Alâüddîn Sâbir kendisine gelince, sordu; Şemsüddîn! Geldin mi? Evet efendim. Emrinizi bekliyorum. Alâüddîn Sâbir, sarığını ve hırkasını getirip, kendi eliyle hırkasını giydirdi ve sarığını Şemsüddînin başına koydu ve tekrar tefekkür hâline döndü. Böylece Şemsüddînin hilâfeti tasdîk olundu.
Şemsüddîn şöyle anlatır: Hocam, zaman zaman murakabe hâlinde aynı ağacın dalına tutunur, sağ eli yukarıda, gözleri semâya doğru tek noktaya çevrilmiş öylece dururdu. Ezan okununca; Şemsüddîn! Dînimiz ne güzel; insanı, Allahü teâlânın huzuruna çağırıyor der, beni imamete geçirirdi. Bâzan da Semsüddîn! Yiyecek bir şey var mı? diye sorardı. Ben de ona bir ağacın meyvesinden verirdim. Dudaklarına değdirir ve atardı. Onları bereketlenmek için toplar, saklardım.
Alâüddîn Sâbir, 1285 (H. 684) senesinde Şemsüddîne Habs-ı Kebîr denen altı senelik mücâhedeye girmesini emretti. Habs-ı Kebîr, bir kabrin içinde yapılırdı. Alâüddîn Sâbir de bunu yapmıştı. Şemsüddîn de; Başüstüne efendim dedi. Kabrin içine girerek nefsini terbiye etmeye başladı. Bu mücâhededen çıktığında, hocası ona; Şimdi Amber şehrine git. Alâüddîn-i Halcîye yardım et. Kaleyi zabt edin. Senin yardımın olmadan kaleyi alamayacak. Kaleyi aldığınız gün, ben vefat etmiş olacağım. O da, Rebîul-evvel ayının 13. günü 1291 (H. 690)da olacaktır.
Şemsüddîn bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Dedi ki: Efendim, cenaze hizmetlerinizi kim yapacak? Nereye defn olunacaksınız? Sizi kabre kim koyacak? Türbeniz nasıl olacak? Hocası da; Hizmetleri siz yapacaksınız. Allahü teâlânın ihsanı ve büyüklerimizin rûhâniyeti yardımcınız olacak buyurdu.
Şemsüddîn, hocasının emrini yerine getirmek için Amber Kalesine gitti. Amber Kalesinin düşüşünden sonra, askerlerin arasından gizlice ayrıldı. Yolda Alîmullah Ebdâl ile karşılaştı. Alîmullah ağlıyordu. Buyurdukları gibi, Alâüddîn Sâbirin aynı târihte vefat ettiğini öğrendi.
Bir defasında, uzak-yakın yerlerden binlerce ziyaretçinin toplandığı bir sırada, oralarda su sıkıntısı meydana geldi. İhtiyaç kadar su bulmanın imkânı yoktu. Alâüddîn Sâbirin talebelerinden Mevlânâ Nûrullah, o günlerde rüyasında hocasını gördü. Kendisine; Elde bulunan suyu, dergâh mescidinin küçük deposuna doldurun. Oraya Cehnet çeşmelerinden su akıtacağız. Böylece susuzluk çekmeyeceksiniz buyurdu. Mevlânâ Nûrullah; Peki efendim deyip, uyanınca bildirilen şekilde yaptı. Bundan sonra hiç su sıkıntısı çekilmedi ve o küçük deponun suyu hiç tükenmedi.
Şah Muhammed Hasen (rahmetullahi aleyh) isimli bir zât anlatır; Yine bu toplantılardan birinde, Mahdum Sâbirin dergâhında bulunuyorduk. Oğlum Şah Rauf Hasen, Hâce Ali Ahmed Sâbirin menkıbe, keramet, söz ve güzel hâllerinin toplandığı Hakîkat-i Gülzâr-i Sâbir isimli eserden bâzı kısımlar okuyordu. Zamanın meşhûr zâtlarından bir çoğu da orada idiler. Mahdum Sâbirin dergâhında hizmetçilik yapan birisi, kitabın bâzı yerlerine itiraz etti ve bâzı sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzam illetine (hastalığına) yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. O cemâatte bulunanların hepsi, bu hâdiseye şâhid oldular ve kendisine; Bu, Alâüddîn Sâbirin hayâtına ait yazılara olan inançsızlığının cezasıdır dediler. O kimse tövbe edip pişman oldu ise de, o haliyle oracıkta vefat etti.
Mevlânâ Muhammed Nûrullah Bahraşî anlatır: Hâce Alâüddînin dergâhında uzun zaman kaldım. Bir defasında, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Guvalyâra gelip dergâhı yıkmak üzere, bir grup askerle Delhiden yola çıktı. Hâcenin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûmdan özür dilediler ve onun talebelerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.
Hayât-ı Sâbir Kalyarî kitabında şöyle anlatılır: Orada bulunan iki İngiliz ava çıkmışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûmun dergâhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiç bir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü. Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşının cesedini bile alamadan kaçıp gitti.
Hindistanda bulunan Meşhûr Ganj nehri üzerinde bir kanal açılacaktı. Kanal plânını hazırlamak vazifesi de bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûmun dergâhından geçiyordu. İnsanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağmen İngiliz mühendis, Hâce Mahdûmun dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi dergâhın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, kendisini, çadırın orta direğinde, başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun kendisine, Hâceyi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâüddîn Mahdûmun dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.
Envâr-ül-âşıkîn kitabının müellifi, 1857 senesinde, Hindistanda ayaklanma yatıştıktan sonra, Guvalyâra giderek Alâüddîn-i Sâbirin kabrini ziyaret etti. Ziyareti esnasında bir İngiliz subayı dergâha geldi. Yanında adamları ve polisler vardı. Ayakkabılarıyla dergâha girmek istedi. Hizmetçi Mansab Ali Hân kendisini durdurarak; Burası müslümanların mübarek velîlerinden birisi olan Alâüddîn Sâbirin kabridir. Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın dedi. İngiliz subayı sinirinden kıpkırmızı oldu. Vurmak üzere kırbacını Mansab Ali Hâna doğru kaldırdı. Tam vuracakken, Mansab Ali Hân mâni oldu. Öfkesinden deliye dönen İngiliz, bütün hizmetçileri ve ziyaretçileri yakalamaları için adamlarına emir verdi. Hepsini isyan etmekle itham etti. Hizmetçilerden bâzıları Sâbirin kabrine gelip, İngiliz subayını şikâyet ettiler. Aynı anda İngiliz subayı midesini tutarak inlemeye başladı. Ağrısı gittikçe artıyordu. Adamlarına dönerek; Burası kimin yeridir? dedi. Onlar da kendisine; Burası, Mahdum Alâüddîn Sâbirin dergâhıdır dediler. İngiliz subayı, yakaladıkları müslümanların serbest bırakılmasını emr ederek; Görünüşe bakılırsa bu zâtı incittik. Beni Ruurhiye (Guvalyârdan 5 mil mesafede bir şehir) götürün dedi. Oradan ayrıldılar, Fakat İngiliz subayı yolda öldü.
Alâüddîn Sâbir (rahmetullahi aleyh), Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine lâyık bir talebe, onun tam bir vekili oldu. Zahirî ve bâtınî ilimlerde emsali yoktu. Haramlardan, şüphelilerden, dünyâya düşkün olmaktan, dünyâya düşkün olanlarla beraber olmaktan uzak durdu! Ettiği dua hemen kabul olurdu. Zamanında bulunan evliyanın baştâcı, hakîkatı arayanların yol göstericisi, zamanının süsü idi. Keşf ve kerametleri çoktur.
1) Siyer-ül aktâb;sh. 177
2) Siyer-ül-evliya; sh. 123
3) Firdevs-ül-vücûb
4) Sırr-ül-ubûdiyyet
5) Hakîkat-ı Gülzâr-ı Sâbir. (Şah Muhammed Hassan Sabrî, Kampûr 1320)
6) The Big five of India in Sufism; sh. 107
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 94
8) Hayâtı Sâbir Kalyarî; sh. 96