Alb Arslan

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Selçuklu hükümdarlarının en meşhûru, en kahramanı, bugünkü Türkiye’mizin ilk bânîsi. Anadolu kapılarını Türklere açan yiğit sultan. İsmi, Muhammed bin Dâvûd Çağrı olup, 1033 (H. 425) de doğdu. 1029 (H. 420) târihinde doğduğunu yazan kaynaklar da vardır. Selçuklu sultanlarının ikincisidir. 1063’de amcası Tuğrul Bey vefat edince tahta çıktı. Bizans imparatoru Romanos Diogenes’in ordusunu Malazgirt’de 1071 yılında mağlûb etti. 1072’de şehîd edildi. Yerine oğlu Melikşâh geçti.

Muhammed bin Dâvûd doğunca, kahraman arslan anlamına gelen Alb Arslan lakabını verdiler. Küçük yaşta tahsîle başladı ve zamanın âlimleri tarafından en iyi şekilde yetiştirildi. Kuvvetli zekâsı ve üstün ahlâkı ile dikkatleri çekti. Ehl-i sünnet itikadına göre yetişerek akranları arasında yiğitliği, tedbirli hâli, doğru ve ileri görüşlülüğü ve kararlılığı ile meşhûr oldu. Merhamet sahibi, ince, hassas ruhlu, müslüman kardeşlerine karşı yumuşak, bozuk fırkalara ve din düşmanlarına karşı sert ve sarsılmaz bir kale gibi idi. Allahü teâlânın, dostları uğruna canını verir, düşmanlarından da nefret ederdi.

Alb Arslan’ın babası Dâvûd Çağrı Bey’in ve amcası Muhammed Tuğrul Bey’in gayretleri ile Horasan ve Nişâbur civarında Selçuklu Devleti’nin temeli atılmıştı. 1040 senesinde Gaznelilerle yapılan Dandanakan savaşında galip gelmişler, Selçuklu Devleti’nin varlığı ve Tuğrul Bey’in sultanlığı, Abbasî halîfesi tarafından tasdîk edilmişti. Sultan Tuğrul, ağabeyi Dâvûd Çağrı Bey’i ülkenin doğusunda bulunan Horasan’a tâyin etmiş, kendisi de batı kısmının idaresi ile meşgul olmaya başlamıştı.

Horasan’a tâyin olunan Çağrı Bey, oğulları; Süleyman, Kara Arslan Kavurd, Muhammed Alb Arslan, Yakûtî, Osman, Arslan, Arguri, İlyas ve Behram Şah ile vilâyetini yönetmeye, düşmanlar tarafından yapılan saldırılara göğüs germeye başladı. Kahraman bir asker ve iyi bir müslüman olan Çağrı Bey, oğulları arasında Muhammed Alb Arslan’ı kendine veliaht seçti. Kendi veziri Nizâmülmülk’ü de oğlu Alb Arslan’a atabek yaptı. Alb Arslan daha on, bir rivayette on beş yaşlarında iken babasının hastalığı sebebiyle ordusunun başına geçip, üzerlerine gelen Gazne hükümdarı Mevdûd ile karşılaştı ve Belh’de müthiş bir meydan savaşı sonunda gâlib geldi.

Onları Belh ve Toharistan’dan çıkardı. Bu gazada hesapsız at, silâh ve ganimetler ile bine yakın kumandanı esir aldı. Oğlunun bu kahramanlığını ve başarısını işiten Dâvûd Çağrı Bey, sevincinden hasta yatağından kalktı ve sıhhate kavuştu.

İslâm ve Türk devlet idaresi geleneğine göre, küçük yaşta Horasan’ın idaresine başlayan Alb Arslan, bir taraftan ilminin artması için zamanın en büyük âlimlerinden din ve fen dersleri alıyor, diğer yandan da devlet işleriyle ilgileniyordu. Fırsat buldukça silâh tâlimleri yapıyor, kendini bileği bükülmez bir cengâver olacak şekilde yetiştiriyordu. Bilhassa, aynı zamanda büyük bir âlim olan vezir Nizâmülmülk’ten çok istifâde ediyordu.

Alb Arslan, daha küçük yaşından îtibâren dîn-i İslâm’ın ve Ehl-i sünnet itikadının bütün dünyâya yayılmasını ve müslümanların bir bayrak altında toplanmasını arzu ediyor ve bunun tahakkuku için gayret gösteriyordu.

Alb Arslan veliaht olunca, zaman zaman Karahanlılar ve Gazneliler Horasan’a hücûm ettiler. Her defasında onları geri püskürttü. Ülkesinin hudutlarını Hindikuş dağlarına kadar genişletti. 1059 yılında yapılan bir andlaşma ile, Gazneliler bir daha Selçuklulara saldırmamaya söz verdiler.

Alb Arslan’ın Horasan’da düşmanlara karşı başarılı savaşlar yapıp onları geriye püskürtmesi sayesinde, Sultan Tuğrul Bey, doğudan emin olarak batıdaki seferlere devam ediyordu. 1059 yılında Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal, Sultan Tuğrul’a isyan etmişti. Askerleri ile Tuğrul Bey’i Hemedan’da kuşatınca, Sultan, ağabeyi Çağrı Bey’den yardım istemiş, o da Alb Arslan’ı diğer oğullarıyla birlikte imdada göndermişti. Sür’atle amcasının yardımına koşan Alb Arslan, İbrahim Yınal’ı bozguna uğrattı.

Alb Arslan’ın doğuda ve batıda gösterdiği kahramanlıklar, az bir kuvvetle güçlü düşmanlara galip gelmesi, Selçuklu askerleri ve kumandanları arasında derin bir saygıya sebeb oluyordu. Kumandanlar ve askerler, böyle bir yiğidin başlarında bulunmasını çok arzu ediyorlardı. O başlarında olduğu müddetçe, pek çok ülkeyi fethederler ve İslâm’ı her tarafa duyururlardı. Alb Arslan’ın, Allahü teâlânın emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmaktaki gayreti ve titizliği, Ehl-i sünnet itikadının yayılması için uğraşması da Selçuklu ulemâsı arasında pek beğeniliyordu. Alimler, böyle mübarek bir zâtın sultan olmasıyla, İslâmiyet’in bütün dünyâya yayılacağına inanıyorlardı. Halka karşı çok mütevâzî ve merhametli olması, onların dertleriyle ilgilenip, fakirlere kendi parasından yardımlarda bulunması, Selçuklular arasında özlenen bir sultan olmasına yeter sebepti.

1060 yılında Çağrı Bey vefat edince, veliaht olan yirmi yedi yaşındaki Alb Arslan, Horasan Selçuklu Devleti’nin sultanı oldu. Kısa zamanda adaleti, iyiliği, cömertliği ile herkesin gönlünü kazandı. Tebeasına çok iyi muamelede bulunuyor, müslümanların duasını almak için gecesini gündüzüne katıyordu. Onun bu hâlleri, Selçuklu ülkesinin her yerinde dillerde dolaşır olmuştu.

Tuğrul Bey, oğlu olmadığı için ağabeyi Çağrı Bey’in oğullarından Süleyman’ı veliaht göstermişti. 1063 yılında vefat edince, Süleyman devletin başına geçmek istedi. Fakat ileri görüşlü kumandanlardan olan Hâcib Erdem, Alb Arslan dururken Süleyman’ın sultanlığına karşı çıktı. Devletin ileri gelenleri ve âlimler de Alb Arslan’ın tahta çıkmasını istiyorlardı. Tuğrul Bey’in vezîri Amîdül-mülk Kündürî, Süleyman’ı tahta geçirince ihtilâflar büyüdü. Selçuklu kumandanlarından Yagısıyan ve Hâcib Erdem, Kazvin’e gidip, adına hutbe okutarak, Alb Arslan’ın sultanlığını îlân ettiler.

Süleyman’ın sultan olmasının arzu edilmediğini gören vezir Amîdülmülk Kündürî, taraftar kazanmak için orduya; yedi yüz bin dinar nakit altın para ile, iki yüz bin dinar değerinde on altı bin elbise ve silâh dağıttı. Alb Arslan’ın dışında Süleyman’a karşı çıkan ve îtirâz edenlerle mücâdele edeceğini îlân etti. Ayrıca Alb Arslan’a bir mektup göndererek; Sultan Tuğrul Bey’in Süleyman’ı veliaht tâyin ettiğini, bu sebeple Süleyman’ın tahta geçmesi gerektiğini, istediği takdirde kendisine dilediği kadar para verebileceğini ve Süleyman’dan sonra kendi adına hutbe okutacağını; birliğin muhafazası ve kardeş kanının dökülmemesi için bunun şart olduğunu bildirdi. Hakîkaten de hutbede Süleyman’dan sonra Alb Arslan’ın ismini okutmaya başladı.

Alb Arslan’ın ideal ve kabiliyetlerini çok iyi bilen Nizâmülmülk ve diğer devlet büyükleri, âlimler, Alb Arslan’ı sultanlığa daha lâyık görüp teşvik ettiler. Alb Arslan, amcası Tuğrul Bey’in vefat ettiğini işitince, ülkesinde bir karışıklığa meydan vermemek, çocukluğundan beri müslümanları bir bayrak altında toplayarak İslâmiyet’i cihâna yaymak ideali içinde, ordusu ile Rey’e doğru hareket etti. Alb Arslan’ın ordusu ile üzerine geldiğini duyan Süleyman, Şirâz’a gitti.

Halkın, Süleyman’ı değil de Alb Arslan’ı başlarında görmek istediklerini, işlerin ters gittiğini, vaziyetin aleyhine döndüğünü gören vezir Kündürî, Rey şehrinde hutbeyi önce Alb Arslan’ın sonra Süleyman’ın adına okutmaya başladı. Ayrıca Alb Arslan’a elçiler göndererek itaatini bildirdi. Bu sırada Selçuklu soyundan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış Bey de, Tuğrul Bey’in vefatını haber alınca, sultan olmak için ordusu ile Rey’i kuşatmıştı. Alb Arslan da ordusu ile Rey’e gelince, Kutalmış ile karşılaştı. Ona, sultan olma hevesinden vazgeçmesini bildirdi. Fakat Kutalmış, askerinin çokluğuna aldanarak mağrur bir kumandan edasıyla teklifi reddetti. Alb Arslan’ın vezîri büyük hadîs ve fıkıh âlimi Hasen bin Ali Nizâmülmülk (rahmetullahi aleyh), Alb Arslan’ı savaşa teşvik etti ve; “Sultânım! Horasan’da zât-ı âliniz için öyle bir ordu hazırladım ki, bunların yardımı seni hiç bir zaman yalnız bırakmaz. Uğrunuzda hedeften şaşmayan oklar atarlar. Bu ordunun neferleri ulemâ ve evliyadır. Dünyâya meyletmeyen bu mübarek kimseler, sana ve orduna dua etmek suretiyle en büyük yardımı yapmaktadırlar” diyerek dua ordusunun askerleri olan âlimlerin kendisini tuttuğunu bildirdi. Bunun üzerine Alb Arslan, askerlerine hücûm emrini verdi. Kısa süren bir mücâdeleden sonra, Alb

Arslan gâlib geldi. Kutalmış, askerleri arasında ölü bulundu.

Kutalmış’a karşı kazandığı bu zaferden sonra Selçuklu payitahtı Rey şehrine (Tahran yakınlarında bir şehir) giren Sultan Alb Arslan, 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcası Tuğrul Bey’in vezirliğini yapan ve Süleyman’ı tahta çıkaran Amîdülmülk Kündürî’yi azletti. Çünkü Kündürî, Ehl-i sünnet mezhebine düşman olan’mutezile bozuk fırkasına çok sıkı bağlı idi. Böyle olduğunu hiç belli etmeden Ehl-i sünnet âlimlerine zulmederdi. Öteden beri, özellikle Şafiî mezhebinde olanlara karşı amansız bir mücâdeleye girişmişti. Şafiî fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Ebû Sehl bin Muvaffak’ı hapsettirme kararı almış, Ebû Kasım Kuşeyrî ve kelâm âlimi Fürakî’yi yakalatıp sokaklarda sürükletmiş, pek çok eziyet ve işkencelere tâbi tutmuştu. Bu yüzden bir çok Şafiî âlimi, Kündürînin şerrinden Bağdad’a göçmüşlerdi. Ehl-i sünnet itikadının sancakdârı olan Sultan Muhammed Alb Arslan, Kündürî’yi sapık îtikâdmdan dolayı idam ettirip, Nizâmülmülk’ü Selçuklu Devleti’nin baş vezîri îlân eyledi.

Sultan Alb Arslan, en güçlü rakibi amcaoğlu Kutalmış’a galip gelince, bâzı kendi başına buyruk peylerle de mücâdele ederek, hepsini Büyük Selçuklu Devleti’nin bayrağı altında topladı.

Zamanın halîfesi, bütün Arab meliklerine haber gönderip, camilerde Sultan Alb Arslan adına hutbe okunmasını emretti. 11 Mayıs 1064 târihinden îtibâren camilerde, Muhammed Alb Arslan ismiyle hutbeler okunmaya ve dualar edilmeye başlandı. Böylece islâm ülkeleri, Sultan Alb Arslan’ın hükümdarlığını kabul etmiş oluyorlardı.

Büyük Selçuklu sultânı Alb Arslan, bir müddet devletin iç işlerini düzeltmek için uğraştı. Fakirlerin listesini yaptırarak, onlara tahsisat ayırıp, maaş bağladı. Köklü tedbirler alarak, asayişi engelleyecek, cinayete sebeb olacak, haram işlemeye meydan verecek şeyleri ortadan kaldırdı. Halkın, İslâmiyet’in emir ve yasaklarını öğrenmeleri için medreseler yaptırdı. Açtırdığı medreseler, vezîrinin bu işteki gayretleri dolayısıyla onun ismi ile anılarak, Nizamiye Medreseleri adıyla meşhûr oldu. Rahat ve huzur içinde ibâdetlerini yapmaları için camiler inşâ ettirdi. Dîne aykırı şeylerin yapılmasını yasakladı ve yapanları şiddetli cezalara çarptırdı. Kısa zafmanda ülkesini, birbirini seven, dîninin emir ve yasaklarına riâyet eden insanlar topluluğu hâline getirdi, öyle ki, koca Selçuklu ülkesinde bir cinayet veya izinsiz başkasının malını almak diye bir hâdiseye rastlanmaz oldu. Çok sevdiği hizmetçilerinden birinin, bir köylü kadının malını gasp ettiğini duyunca, yakalatıp, başkalarının ibret alması için derhâl mahkemeye sevk etti. Neticede suçlu bulunup cezalandırıldı. Bunu işiten kötü niyetli kimseler, başkasının malına el uzatmaktan ve saldırmaktan şiddetle kaçındılar. Devlet me’mûrlarının adaletli olması ve islâm’ın emirlerini iyice öğrenip tatbik etmesi için ders verdirmeye başladı. Kendisi de, meclislerinde hükümdarların hayatlarını, ahlâk ve faziletlerini anlatan kitaplar okur ve okutur, ayrıca İslâm ahkâmı ile ilgili kitaplar da okuyarak, bu husustaki derin bilgisini devamlı ve canlı tutmaya çalışırdı.

Sultan Muhammed Alb Arslan, iç işlerini düzene koyduktan sonra Ehl-i sünnete düşman, bozuk îtikâd sahibi olan Mısır’daki Fâtımîleri vemüslümanları sık sık rahatsız eden Bizanslıları, Ermenileri, hıristiyan Gürcüleri yola getirmek için sefer hazırlıklarına başladı. Rum saldırılarında, her zaman onlara yiğitçe karşı koyan Türkmen beylerinden Tuğ Tekinin ısrarları ile Alp Arslan, ilk seferini 1064’te Gürcistan ve Azerbaycan üzerine yaptı. Doğu Anadolu bölgesini iyi tanıyan Tuğ Tekin, orduya kılavuzluk ediyor, Rey’den hareket eden orduyu dar geçitlerden, dağlardan geçirerek gaza meydanlarına giden kestirme yollarla hedefe ulaştırıyordu. Allahü teâlânın dînini yaymak, bozuk inanışlı insanları sapıklıktan kurtarmak, Cehennem’e düşmelerini önlemek için ilerleyen bu mübarek ordu, nihayet Nahcivân’a geldi. Bu arada Araş nehrinden geçebilmek için sallar yaptırdı. Askerini Aras’ın öbür tarafına geçiren Alb Arsten, ordusunu ikiye ayırdı. Bir kısmına oğlu Melikşâh’ı kumandan tâyin etti. Vezîri Nizâmülmülk’ü de yanına yardımcı vererek, Bizans kalelerini fethetmek üzere batıya gönderdi. Kendisi de, Bizanslılarla mücâdele ederken, arkadan gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı tedbir aldı. Küfür ve isyanda pek ileri giden, kuzeyde Kafkas dağlarının eteklerindeki Ermeniler ile Gürcülerin üzerine yürüdü.
 

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Cevap: Alb arslan

Mücâhid Sultan Alb Arslan, nihayet Ermenilerin Kangarni eyâletine hücûm etti. Orayı fethettikten sonra, kuzey doğuya doğru yürüyerek Kür nehrinin yay şeklinde çevirdiği Trialet bölgesini zapt etti. Bunu Kvelis-Kur, Şavşat, Klarcet zaferleri tâkib etti. Böylece Ermenistan’ın kuzey kısmı tamamen ele geçti. Buradan güneye inen Sultan Alb Arslan, Oltu’nun doğusundaki Panaskert’e, oradan da tekrar kuzeye dönerek Gürcistan içlerinde ilerledi. Ahîlkelek şehrini zaptetti. Gürcistan kralı Dördüncü Bagrat, kaçarak canını zor kurtardı.

Buna paralel olarak, asıl ordunun kumandanı Melikşâh ve baş vezir Nizâmülmülk, Araş nehri boyunca ilerleyerek bugünkü Türkiye-İran hudutlarını aştı. Güçlü bir Bizans kalesine rastlayan Selçuklu askerleri, şiddetle saldırdıkları hâlde ilk hamlede feth edemediler. Vezir Nizâmülmülk’ün ve Melikşâh’ın kahramanca çarpışmaları, orduyu galeyana getiriyor, “Allahü ekber!...” nidaları her birine ayrı bir güç veriyordu. Aynı zamanda keskin bir nişancı olan genç şehzade Melikşâh, attığı bir okla surlar üzerinde olan kale kumandanını vurup öldürdü. Kumandanlarının ölümü, düşmanın maneviyâtını kırdı. Dayanma gücü kalmayan Rum askerleri, kaleyi bırakarak kaçmak mecburiyetinde kaldılar. Teslim olmayan ve İslâm’ı kabul etmeyenler gerekli şekilde cezalandırıldı.

Bunu, içinden nehirlerin geçtiği, bağ ve bostanlarla kaplı Sürmeli kalesinin fethi tâkib etti. Oradan kuzeydeki Meryem Nişîn kuşatıldı. Kaleyi pek çok papaz, kumandan ve bunlara bağlı halk müdâfaa ediyordu. Surlar, büyük ve sağlam taşlardan yapılmış, kurşun ve demirlerle birbirine kenetlenmiş, müstahkem bir durumdaydı. Ayrıca yanından büyük bir nehir geçiyor, bu taraftan kaleye ulaşmayı imkânsız hâle getiriyordu.

Melikşâh ve Nizâmülmülk, onları önce İslâm’a davet etti. Müslüman olmazlarsa teslim olmalarını, yoksa kan döküleceğini bildirdiler. Rumlar teslim olmayınca, nehirden geçmek için gemiler yaptırıldı. Gecegündüz devam eden şiddetli bir savaşa girişildi. Selçuklu askerleri, nöbetleşe kaleye hücûm ediyorlardı. Aralıksız devam eden bu gazada, Melikşâh, surlara tırmanırken suların içine düştü. Kumandanlarının gayretiyle coşan mücâhid gâzîler, surlara çıkmayı başardılar. İslâm sancağını burçlara diktiler. Bunun üzerine çaresiz kalan hıristiyanlar, teslim bayrağını çekip aman dilemek mecburiyetinde kaldılar. Bâzıları müslüman olarak ebedî seâdete kavuştular.

Alb Arslan, oğlunun ve vezirinin gösterdiği bu kahramanlıkları işitince, çok sevindi ve onları yanına çağırdı. Melikşâh ve Nizâmülmülk, yol üzerindeki pek çok kaleyi fethederek, Sultan’ın huzuruna vardılar. İki Selçuklu ordusu Sepîd Şehr’de birleşti. Burayı kısa sürede fethettikten sonra, Lal şehrine hücûm ettiler. Lâl’in kalesi çok sağlam ve yüksek idi. Surlar, doğudan ve batıdan yüksek dağlar üzerine inşâ edilmişti. Kumandanı çok inatçı bir Gürcü idi. Şehrin kapısı önünden geçen nehir üzerindeki köprü kaldırılınca, şehre giriş ve çıkış imkânsız hâle gelirdi. Nitekim müslümanları gören hıristiyan Gürcüler, köprüyü kaldırdılar. Şehrin etrafını kontrol eden Selçuklu kumandanları, buraya zaptetmenin güçlüğünü anladılar.

Her zaman olduğu gibi burada da ümîdini kesmeyen Sultan Muhammed Alb Arslan, karargâhını kale kapısının önüne kurdurdu. Geniş bir köprü yaptırarak, kale ile irtibatı sağladı. “Allah Allah!” nidalarıyla başlayan savaş, kısa zamanda pek şiddetlendi. Mücâhid gâzîler merdivenlerle surlara tırmanırken, gürcüler de attıkları oklarla onları durdurmaya çalışıyorlardı.ölürse şehîd, kalırsa gâzî olmak aşkıyla ileri atılan ve bir îmân seli gibi coşan mücâhidleri durdurmak çok zordu. Sultanları, çadırında secdeye kapanmış Allahü teâlâya yalvarıyor, zafer ihsan etmesi için gözlerinden pınarlar gibi yaş akıtıyordu. Sonunda, kaleden ellerinde beyaz bayraklarla emân dileyerek ortaya çıkan iki kişi Sultan’ın huzuruna götürüldü. Gelenler, sözlerine güvenilebilecek bir emîrin başkanlığında bir hey’et göndermesini istediler.

Sultan; Ebû Şemse ve Emîr bin Mücâhid ismindeki iki kumandanın emri altında bir grup askeri onlara gönderdi. Gâzîler surlardan içeri girer girmez, Gürcülerin saldırısına uğrayıp hepsi şehîd edildiler. Durumu Alb Arslan’a bildirmek için gelenler, Sultan’ı namaz kılarken buldular. Mücâhid Sultan, durumu öğrenince çok üzüldü. Atma binip ordusuna hücûm emrini verdi. Yiğitler sel gibi kale burçlarına aktılar. Pek şiddetli mukavemete rağmen aşılmaz engelleri aşan sultan Alb Arslan, kanlı bir savaştan sonra gâzîleriyle şehre girdi. Hıristiyanlar emân dilediler. Hesapsız ganîmet elde edildi. Zaptedilmesi imkânsız gözüyle bakılan Lal şehrinin fethedildiğini gören komşu kale kumandanları, Sultan’a elçiler göndererek, cizye vermek suretiyle itaatlerini bildirdiler.

Bir kaç ay içinde pek çok şehir ve kaleyi fetheden Sultan Alb Arslan, o bölgenin en muhkem, en güçlü kalesi olan ve Bizanslıların elinde bulunan Ani üzerine yürüdü. Alb Arslan’ın, Kars ve Ani kalesine doğru geldiğini işiten Kars çayı üzerindeki Nevre ve Seylvürde isimli iki kalenin halkı, hıristiyanlığı bırakıp müslüman olduklarını bildirdiler. Bu habere pek fazla sevinen Alb Arslan, kiliselerin yerine camiler yaptırdı. Dîn-i İslâm’ı öğrenmeleri için medreseler inşâ ettirip, âlimleri vazifelendirdi.

Sultan Muhammed Alb Arslan, Ani kalesini kuşatmak için hazırlık yaparken, vezir Nizâmülmülk bu sene içinde alınan şehirleri, kaleleri ve bölgeleri bildiren bir fetihnâme hazırlayıp, Bağdad’da oturan halîfeye gönderdi. Fetihnâmede; fethedilen yerlerin yanısıra, savaşlarda;ı 30.000 düşmanın öldürüldüğü, 50.000 kişinin esir alındığı, hesapsız ganîmet elde edildiği belirtiliyordu. Ayrıca muzaffer, mücâhid Sultan Muhammed Alb Arslan’ın, Rumların doğuda en güçlü kalelerinden Ani’ye hücûma geçtiğini, bu sebeple kendilerinden dua taleb ettiklerini bildiriyor, manevî yardımda bulunmalarını istiyordu.

Sultan, ordusu ile Ani önlerine gelmişti. Ermeni Bagrat hanedanının eski başşehri olan Ani’nin, görünüş itibârı ile, etrafa korku ve dehşet saçan bir hâli vardı. Yüksek dağlar gibi surları vardı. En yüksek tepelere kaleler inşâ edilmişti. Şehrin üç tarafını Arpaçay nehri bir yay gibi kuşatarak akıyordu. Diğer tarafı ise, geniş ve derin hendekler kazılarak, içine su doldurulup geçilmesi imkânsız hâle getirilmişti. Giriş çıkışlar hendeğin üzerine yapılan köprüden sağlanıyordu. Bu şartlarda Ani’yi zaptetmek imkânsız gibi göründüğü için, şimdiye kadar hiç bir düşman, Ani’yi kuşatmaya cesaret edememiş, hattâ yaklaşamamıştı. Pek çok kilisesi olan şehrin nüfûsu da oldukça kalabalıktı.

Mücâhid Sultan Alb Arslan karargâhını, şehrin karşısındaki araziye kurdurdu. Askerlerine; “Yiğitlerim! Bahadırlarım! Sizin gibi kahramanların hükümdarı bulunduğum için övünür ve Allahü teâlâya hamd ederim. Tahta ilk çıktığımda, memleketin ufuklarını kaplayan ihtilâl bulutlarını kılıçlarınızın parlak şimşekleri ile def edip, vatanın birliğini sağladınız. Bugün de İslâm âlemi, karşımızdaki düşmana Allahü teâlânın dînini tebliğ etmemizi ve bu uğurda cihâd-ı fî-sebîlillah için çarpışmamızı bekliyor. O hâlde bihakkın vatanı muhafaza ve hem de i’lây-ı kelimetullahı yaymak gibi iki mukaddes hizmeti yapmak şerefi bize düşmektedir.

Düşmanımız kalabalık, kaleleri muhkem ise de, sizin gibi gaza meydanla... rmda pişmiş, şehîd olmak aşkıyla yanan mücâhidlerin ilk hücûmuna dayanamayacağını bilirim. Zîrâ onlar, vatanlarını değil hayatlarını kurtarmaktan başka şey düşünmeyen bir takım korkaklardır.

Sizler ise, hayâtın, bir gölge gibi gelip geçiciliğini, asıl şerefin Allahü teâlânın yolunda cihâd ederek can vermek olduğunu bilen yiğitlersiniz.

İşte Sultânınız, Allahü teâlânın ismiyle adımını gaza meydanına atıyor... Şu kılıcı tutmakta olan elimde kuvvet kalmayıncaya kadar çarpışacağım...

Dînini, vatanını, Sultânını seven arkamdan gelsin!...”

Bu hitabe üzerine kahraman İslâm dilâverleri, büyük bir aşk ve muazzam bir heyecanla sevgili Sultan’larının arkasından, ona ayak uydurarak Ani kalesine “Allah! Allah!” nidaları ile hücûm ettiler.

Ok atışlarıyla başlayan mücâdele, su engelinden geçerek surlara tırmanan mücâhidlerin eşsiz gayretleri ile devam ediyordu. Hıristiyanlar, canlarını dişlerine takarak kalelerini müdâfaa ediyorlar, mücâhidleri surlardan içeri sokmamaya çalışıyorlardı.

Sultan, tahtadan yüksek burçlar yaptırdı. Üzerine okçular ve mancmıklaryerleştirdi. Atılan kocaman taşlarla, günlerce kale ve surlar dövüldü. Hıristiyanlara göz açtırılmamaya çalışıldı. Geceli-gündüzlü devam eden çarpışmalardan hıristiyanlar, sonlarının geldiğini anladılar. Ani valisi ve kumandanı Bagrat ile Grigor iç kaleye sığındılar. İdarecilerinin korkudan iç kaleye sığındığını gören halkın maneviyâtı iyice bozuldu. Artık direnmeyi bırakıp, rastgele kaçmaya başladılar. Surlardan geçen mücâhidler, dış kaleyi fethettiler. Şiddetli çarpışmalardan sonra iç kaleyi de zapteden Sultan Alb Arslan, şükür secdesine kapandı ve; “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, onların zaptedilmez zannettikleri şehirlerini bize fethetmeği nasîb etti” diyerek cenâb-ı Hakk’a hamd etti.

Sultan Muhammed Alb Arslan, Ani’yi fethedince, bir müddet tanzim ve tamir işleriyle uğraştı. Halkın bir kısmı müslüman oldu. Onlar kiliselerini cami hâline getirdiler. Sultan, İslâmiyet’i öğrenmeleri için medreseler yaptırıp, âlimler tâyin etti. Şehri korumak üzere bir kumandan görevlendirdi ve pek çok askeri de emrine verdi.

Böylece Bizans İmparatorluğu’nun doğuda en müstahkem şehri, mücâhid gazi Sultan Alb Arslan tarafından fethedilmiş oldu. Bu haber Bizans’a ulaşınca, bütün hıristiyanlar derin bir üzüntüye düşmüşlerdi. Buna karşı İslâm dünyâsı da büyük bir sevince garkolmuş, İslâm’ın yüzünü ağartan Sultan’a ve ordusuna dualarla mukabele etmişlerdi.

Nizâmülmülk, Ani zaferini bir fetihname ile Bağdad’da bulunan halîfeye bildirmiş, sarayda okunan fetihnâme, halîfenin, övgü ve dualarına sebeb olmuştu.

Sultan Alb Arslan, Ani’den sonra Kars’a yöneldi. Taarruz etmeden önce, oranın hâkimi Gagik’e (Hayik’e) elçi gönderdi. Müslüman olmasını veya emrine girip cizye vermesini teklif etti. Bunları yapmadığı takdirde, kan döküleceğini bildirdi. Hayik, fethedilmesinin mümkün olamayacağını zannettiği Ani’yi zapteden Türklerin, ne kadar güçlü olduklarını çoktan anlamıştı. Gelen Türk elçisini, siyah elbiseler giyerek karşıladı. Siyahlara bürünmesinin sebebini soran elçiye; “Dostum Sultan Tuğrul Bey’in vefatından sonra yas tutup, siyah elbiseler giyiyorum!...” dedi. Sultan’a bağlılığını ve vergi vererek hükümdarlığının devamını istedi. Buna hayret eden elçi, durumu Sultan’a arzetti. Alb Arslan, Kars’a gidip Hayik ile barış yaptı ve iltifatlarda bulundu.

Sultan Alb Arslan’ın 1064 senesinde yaptığı bu Kafkas seferi başarı ilenetîcelenmişti. Gürcistan ve Ermenistan baştanbaşa Selçuklular’ın emrine girmiş, Kars hâkimi ile andlaşma yapılmış, Bizanslıların pek çok kalesi ele geçmiş ve içine Türk askerleri yerleştirilmişti.

Sultan Kafkas seferinden sonra, payitahta dönüş için harekete geçti. Yolda İsfehan’a, oradan da Kirman’a geçti. Kirman’da işlerini düzene koyan Alb Arslan, Merv’e geldi. Onun, ülkesinin doğusuna hareketinin sebebi, Karahanlı ve Gazneli hükümdarları ile dostluklarını yenilemekti. Bu sebeple, oğlu Melikşâh’a, Karahanlı sultânının kızı Terken Hâtun’u aldı. Gazne hükümdarının kızını da diğer oğlu Arslan Şâh’a alarak, akrabalık bağlarını kuvvetlendirdi. Böylece, doğudan gelebilecek tehlikeleri kısmen de olsa önlemiş oluyordu. İki kuvvetli İslâm devleti ile ittifak, gönüllere ferahlık verdi. Müslümanları sevince boğdu.

Cend ve Harezm hükümdarları da böyle bir kahramana karşı koymanın aczini anlayıp, itâatlarını arzettiler.

Sultan Muhammed Alb Arslan’ın asıl hedefi, Bizans İmparatorluğu idi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamanından beri müslümanları sık sık rahatsız eden hıristiyan Bizans İmparatorluğu’nu tamamen ortadan kaldırmak istiyor, onların ya müslüman olmalarını, veya müslümanların emri altında, cizye veren bir devlet olmalarını arzu ediyordu. Bu sebeble, Selçuklu Devleti’nin başına geçtiği günden beri, kuzeyden ve doğudan gelecek tehlikeleri önlemek için üç sene hiç durmadan çalışmış, zamanını at üzerinde, akından akına koşarak geçirmişti. Artık Bizans’ın üzerine gidebilir, Allahü teâlânın dînini oralara da yayabilirdi. Fakat tedbirli ve plânlı hareket etmek, acele etmemek lâzımdı. İslâm ordusunun yan ve gerilerinin emniyetini; gerek taarruz, gerek çekilmelerde sağlamak ve düşmana takviye kuvvetlerin gelmesini önlemek şarttı. Bunun için de büyük bir ordu ile karşı karşıya gelmeden önce, Anadolu’ya akınlar düzenleyip düşmanın her türlü maddî ve manevî kuvvetini sarsarak, elverişli bir ortamı hazırlamak lâzımdı. Eskiden beri uygulanan Türk taktiği de bunu îcâbettiriyordu. Devlet kuvvetleri ile kesin muharebelere girişmeden önce, akıncı kuvvetlerini Anadolu’nun derinliklerine sürmeli, hattâ bir uçtan diğer uca kadar giderek, düşmanın her türlü savunma imkânlarını yıpratmahydı.

Zâten daha önce Güneydoğu Anadolu’ya akınlar yapan Horasan ordu kumandanı çok başarılı olmuş, Diyarbakır, Urfa civarında bâzı kaleler Türklerin eline geçmiş. Fakat bu akınlarda kumandan şehîd olmuştu.

Sultan Alb Arslan, Anadolu’yu bir uçtan diğer uca kadar fethetmek üzere, büyük komutanlarından Gümüştekin, Bekçioğlu Afşin, Ahmed Şah gibi kahramanlara vazife verdi. Bekçioğlu Afşin Bey, akıncılarıyla Halep üzerinden Anteb’e gelip, yol üzerindeki kaleleri alarak Antakya’ya ulaştı. Antakya’da yapılan müthiş çarpışmada, Bizans’ın Antakya üssü çökertildi. Sayısız esir ve ganîmet malı alındı. Sâdece mandaların sayısı 40.000’den fazla idi. Antakya’dan kuzeye hareket eden Afşin Bey, Malatya’da büyük bir Bizans ordusu ile karşılaştı ve galip geldi. Sonra Kayseri üzerine yürüdü. Kayseri’yi telaş ve korkuya veren Afşin Bey, atının başını Konya’ya çevirdi ve akınlarda bulundu. Bu hâl, Bizans’ı dehşete düşürmüştü. Büyük bir Bizans ordusunun üzerine geldiğini öğrenen Afşin Bey, Sanduk Bey’le Toroslardan aşarak, kuvvetlerini tazelemek üzere, Haleb’e çekildi ve kışı Halep’de geçirdi. 1068 baharında Antakya’ya doğru hücûma kalktı. Konya’ya kadar önüne gelen bütün Bizans kuvvetlerini darmadağın ederek, Rumları iyice sindirdi. Bizans, bu kahraman müslüman Türk komutanı karşısında sarsılmış, isminden bile ürkmeye başlamıştı.
 

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Cevap: Alb arslan

Daha sonra Sivas’a hareket eden mücâhid gazi Afşin Bey, orayı zaptetti. Sivas’tan anî bir dönüş yaparak, yıldırım hızıyla Ege ve Marmara kıyılarındaki Bizans üslerini tahrib etti. 1070 senesinde Sultan’ın yanına dönen Afşin Bey, Alb Arslan’a raporunu verip; “Artık Bizans İmparatorluğu’nun kendine güveninin kalmadığını, bundan sonra yapılacak mücâdelenin kolay gelişeceğini, Anadolu’nun fethe hazırlandığını ve büyük bir meydan savaşıyla Anadolu kapılarının açılacağını” bildirdi.

Komutanları Anadolu’yu fethetmek için bu hazırlıkları yaparken, Sultan Alb Arslan boş durmamış, müslüman Şeddadoğullarına saldıran Gürcülere cezalarını vermek üzere 1067 senesinde tekrar kuzeye hareket etmişti. Şeddadoğullarının ülkesi olan Erran’a geldiğinde, hükümdarları Ebü’l-Esvâr ölmüş, yerine oğlu Fadl geçmişti. Alb Arslan, önce, müslümanları katleden Şekki ve Hazarlar ülkesine, sonra da Gürcülerin memleketine hücûma karar verdi. Sav Tekin’i öncü kuvvetlerinin başında gönderdi. Şekki’nin hükümdarı Ahastan, hıristiyan idi. Fakat Sultan Alb Arslan’a karşı da hayranlığı vardı. Sultan Alb Arslan, Ahastan’ın payitahtına gelinceye kadar önüne gelen kaleleri aldı. Bunlardan iki kalenin komutanı müslümanlığı seçerek Sultan’ın iltifatlarına mazhar olmuştu. Ahastan, Sultan Alb Arslan’ın huzuruna gelip; “İslâm’ın güzelliğini, hıristiyanlığın bozukluğunu, bu yaşa kadar hep dalâlette kaldığını, bu sebeple müslüman olmak istediğini” bildirdi. Buna çok sevinen Sultan Alb Arslan, onu affetti ve kucaklayıp alnından öptü. Bu sevgi karşısında Ahastan; “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve resûluh” diyerek Kelime-i şehâdet getirdi. Ahastan’ın müslüman olmasına ziyadesiyle sevinen Sultan AIb Arslan ve komutanları onun üzerine mücevherler saçtılar. İltifatlarda, izzet ve ikramlarda bulundular. Sultan Alb Arslan’ın ve mübarek ordusunun Kafkaslara kadar gelmelerindeki maksad; cehennemlik bir kimsenin hak yola girip Cennet’e kavuşmasından başka bir şey değildi. Maksad hâsıl olmuştu. Bu mukaddes vazife, Sultan Muhammed Alb Arslan’ı ve kahraman ordusunu cepheden cepheye koşturan yegâne ideal olup, kuru bir kavga değildi. Allahü teâlâhın dînini dünyânın en ücra köşelerine kadar yaymak, müslümanları bir bayrak altında toplamaktı!... Onun için her güçlüğe göğüs geriyorlar, her zorluğa ve sıkıntıya katlanıyorlardı. Maksadları hâsıl olup bir kimsenin hidâyete kavuştuğunu görünce, hazînelerini onun üzerine saçıyorlar, din kardeşliğinin verdiği muhabbetle sarılıyorlardı. Alb Arslan, Ahastan’ı, Şekki’nin hükümdarlığına tâyin edip, yanına bir âlimler hey’eti gönderdi. İslâmiyet’in orada da yayılmasını sağladı.

Buradan Gürcistan üzerine yürüyen Sultan, Tiflis’e kadar geldi ve 20 metre yüksekliğindeki surları aşarak burayı fethetti. Camiler yaptırarak İslâm dîninin yaşanmasına öncülük etti. Elçiler göndererek af dileyen Gürcü kralı Bagrat’ı affetti. Fakat aleyhinde çalışmaktan geri durmadığını görerek, gerekli cezayı verdi. Beş ay süren bu seferinde de kuzeyde düzeni sağlayan Sultan Alb Arslan, Karahanlı hükümdarı Tamgaç’ın ölümünü (1068) haber alınca yurduna döndü.

1070 senesinde Mekke emîri Muhammed bin Ebû Hâşim’in elçisi, emîrin oğluyla Sultan Alb Arslan’a geldi. Artık Mekke’de hutbenin Abbasî halîfesi Kâim biemrillah ve Muhammed Alb Arslan adına okunduğunu, Mısır’daki bozuk îtikâdlı Fatımî halîfesinin isminin kaldırıldığını bildirdi. Buna çok sevinen Sultan Alb Arslan, onlara pekçok ikram ve ihsanlarda bulundu. Bu sırada Mısır’daki şiî Fatımî Devleti, Eıhl-i sünnet müslümanlara karşı eziyet ve işkenceler yapıyor, onları hak yoldan kendi bozuk îtikâdlarına çevirmeye çalışıyorlardı. Şiîlerin aşın taşkın hareketleri, bozuk îtikâdlarını Abbasî ve Türk ülkelerinde de yaymaya çalışmaları, Eshâb-ı kirama dil uzatmaları, göz yumulacak hâdiseler değildi.

Fâtımîler, bozuk fikirlerini yayarak islâm devletleri arasında lider olmaya çalışıyorlardı. Tabiî olarak, Ehl-i sünnet Selçuklu hükümdarı Alb Arslan’ın, sünnî Abbasî halîfesini desteklemesi, Fâtımîlerin işini bozdu. Onları çileden çıkardı. Bu sebeble Türklere karşı yapılan ayaklanmaları desteklemeye çalıştılar. Bilhassa 1064 senesinden beri Selçukluların, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak için uğraşması, Fâtımîleri, hıristiyan Bizanslılarla dost olmaya, Türklere karşı ortak hareket etmeye şevketti.

İslâm âleminde kanayan ve bünyeyi tehdîd eden böyle bir çıbanbaşı var iken, Bizanslılarla harb edilemeyeceğini anlayan mücâhid Sultan Alb Arslan, 1070 yılı ortalarında şiîleri ortadan kaldırmak üzere harekete geçti. Hayâtını Ehl-i sünnet îtikâdını yerleştirmeye ve İslâm dînini yaymaya adayan, Allahü teâlânın aşkı ve sevgili Peygamberimizin muhabbetiyle yanan Sultan, az bir kuvvet ile Van gölünün kuzeyinden ilerleyerek Malazgirt’e geldi. Türk kuvvetlerinin güneye iniş yolunu engelleyen bu önemli kale, daha önce, Sultan Tuğrul tarafından zapt edilememişti. Alb Arslan, Malazgirt kalesini kısa zamandafeth etti. Buraya bir mikdar asker bıraktıktan sonra, Diyarbakır’a geldi ve orayı da itaat altına aldı. Fazla zaman kaybetmek istemeyen Sultan, Urfalılara gözdağı verdikten sonra Haleb’e geçti. Nisan 1071’de Haleb’i teslim aldığı sırada, Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in (Romen Diyojen) iki yüz bin kişilik büyük bir ordu ile Doğu Anadolu’ya doğru ilerlediğini haber aldı. Bizans İmparatoru, bu sefer Selçukluları, ülkesinden tamamen atacak, kesin neticeyi alacak bir savaşa karar vermiş ve bütün sorumluluğu da üzerine almıştı. Bizanslılara, büyük bir zaferle döneceğini defalarca vâdetmişti. İmparator, Alb Arslan’ın Haleb’de olduğunu biliyor, kuzeyden bir çevirme hareketiyle İslâm ordusunu gafil avlama plânları kuruyordu. Hayâlleri gayet genişti. Böylece, Sultan Alb Arslan’ı ve bir avuç ordusunu ortadan kaldırdıktan sonra, rahatça İran’a girecek, Selçuklu ülkesini zaptedecekti. Ayrıca fîağdad’da bulunan Abbasî halîfesini de öldürdükten sonra, İslâmiyet’i ortadan kaldırıp, bütün Orta Doğu’yu hıristiyanlaştıracak ve Bizans’a büyük bir gurur ve kibirle geri dönecekti!...

Sultan Alb Arslan, Bizans ordusunun Doğu Anadolu’ya doğru ilerlediğini haber alınca, askerinin bir kısmını Haleb’e bıraktı. Veziri Nizâmülmülk’ü, yardımcı kuvvet toplaması için acele Hemedan’a gönderdi. Kendisi az bir kuvvetin başında sür’atle doğu istikâmetinde Musul’a doğru harekete geçti. Geçtiği yerlerde, “Selçuklu askerleri düşmanla çarpışmaktan kaçıyor” diye haber yaydırıyordu. Maksadı, Bizans ordusunun karşısına birden çıkmak ve düşmanı gafil avlamaktı. Rakka’ya geldiklerinde yönünü Urfa istikâmetine çeviren Sultan Alb Arslan, sür’atle Diyarbakır ve Bitlis’e ulaştı. Burada ordusundan on bin kişilik bir kuvveti Sanduk Bey’in kumandasında Ahlat istikâmetine gönderdi.

Bizans İmparatoru, iki yüz bin kişilik ordusundan, Tarkan ve General Ursel kumandasında otuz bin kişilik bir öncü kuvvet ayırıp, bir Türk üssü olan Ahlat’a gönderdi. Kendisi de, daha önce Alb Arslan’ın zapt ettiği Malazgirt kalesine hücûm etti. Önden giden Ursel ve Tarkan, Ahlat’a yaklaştıklarında, Türk öncü kuvvetleriyle karşılaşmışlar, İmparatorlarına; “Alb Arslan’ın Ahlat civarında olduğunu” haber vermişler, fakat Romanos Diogenes, buna ihtimâl vermemiş, Türklerin Musul’a doğru kaçmakta olduğunu, karşılarına kim çıkarsa öldürmelerini emretmişti. Ursel ve Tarkan’ın otuz bin kişilik ordusu ile, on bin kişilik Sanduk Bey’in ordusu Ahlat’ta karşılaştılar. Sanduk Bey, kahraman ordusuna, “Allahü ekber” nidalarıyla hücûm emrini verdiğinde, kendilerinden sayıca üç misli kuvvete sahip hrristiyan ordusuna yıldırım gibi saldırdılar. Kısa zamanda Rum ordusunu perişan ederek, mağlûb ettiler. Bizans kumandanları Ursel ve Tarkan, perişan bir hâlde kaçarak kurtulmaya çalışmışlar, arkalarına bile bakmadan İstanbul’a doğru yol almışlardı.

Bu haberi alan Bizans İmparatoru, General Briyennios kumandasında büyük bir kuvveti Sanduk Bey’in üzerine gönderdi. Sanduk Bey, bu gelen Rum ordusunu da mağlûb edip, General’i yaralayınca, General Basılakes imdada gönderildi. Türk ordusu, Basılakes’i esir edip, kuvvetlerini perişan etti.

Gönderdiği bütün kuvvetlerin mağlûb olduğunu haber alan Romanos Diogenes, çılgına dönmüştü. O hınçla Malazgirt kalesine saldırdı. Az bir kuvvet ile savunulan kaleyi zapt edip, içerde yaşayan bütün halkı çocuk-ihtiyâr demeden hunharca kılıçtan geçirdi.

Bu arada Sultan Alb Arslan, ordusunu hazırlayarak, 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü Malazgirt’in doğusundaki Rahva ovasına yetişti. Sanduk Bey’in kuvvetleri de mücâhid Sultan’la birleşince, İslâm ordusunun gücü kırk bine ulaştı. Hepsinin gayesi Allahü teâlânın mübarek ismini yüceltmek ve İslâm dînini yaymaktı. Cihâd-ı fîsebîlillah için bir araya gelmişler ve sultanları mücâhid gazi Alb Arslan’ın etrafına dizilmişlerdi. İki yüz bin kişilik bir hıristiyan sürüsüyle, İ’lây-ı kelimetullah için çarpışacaklardı. Tek bir düşünce etrafında yek vücûd olmuşlardı. Düşman iki yüz bin değil beş yüz bin de olsa, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçındıkça ve başlarındaki kumandana tam olarak itaat ettikçe, zaferin kendilerinin olacağına inanıyorlardı.

Alb Arslan’ın bu kadar kısa bir zamanda karşısına çıkabileceğini tahmin edemeyen Rum İmparatoru, ordusunu Rahva ovasının öbür başında düzene soktu.

Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın sünnet-i şerîfine tam ittibâ eden Sultan Alb Arslan, İbn-i Mühelbân’ın başkanlığında ve çok sevdiği, güvendiği komutanlarından Sav Tekin’in de bulunduğu bir elçi hey’etini, 25 Ağustos Perşembe günü Romanos Diogenes’e gönderdi. Hey’et, Bizans İmparatoruna; “İslâmiyet’i kabul etmesini, yoksa müslümanlara bağlı bir devlet olup cizye vermesini, veya harbe hazır olmasını” bildirdi.

İki yüz bin kişilik ordusuna güvenen, yürüyen askerinin ayakları altında dağların titrediğini zanneden, yapılacak muharebeden muhakkak galip geleceğini uman gururlu, kibirli İmparator, elçilik hey’etiyle alay ederek; “Hemedan mı, yoksa İsfehan mı güzeldir? Ben ve askerlerim İsfehan’da, atlarım da Hemedan’da kışlayacak. Akıncılarınızın ülkeme yaptıklarını, İslâm ülkelerine yapmadıkça geri dönmeyeceğim!...” dedi. Kendisine göre, Selçuklu topraklarını zaptedip, Malazgirt kalesinde yaptığı gibi çocuk-ihtiyâr demeden herkesi kılıçtan geçirecek, ayrıca başta Mekke, Medîne gibi mukaddes beldeleri ve diğer İslâm ülkelerini tarumar edecekti!... Buna karşı, İslâm elçi hey’etinin, gururlu Kral’a verdiği cevap çok manidardı; “Atlarınızın Hemedan’da kışlayacağı doğrudur. Fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyoruz!...”

Tekliflerinin reddedildiğini gören İslâm elçileri, ordugâhlarına dönüp, durumu Sultan’a bildirdiler.

Sultan Alb Arslan, âlimler ve kumandanlarını toplayıp, düşmanla ne zaman çarpışılacağı hakkında istişare etti. Her kumandan fikrini söyledi. Ordu imâmı Buhâralı Muhammed; “Sultan’ım! Siz, Allahü teâlânın başka dinlere karşı zafer vâdettiği İslâm dîni için, cihâd ediyorsunuz. Bütün müslümanların bize dua ettiği Cum’a günü savaşa girelim. Cenâb-ı Hakk’ın seni muzaffer edeceğine inanıyorum” dedi. Bunun üzerine, çarpışmanın Cum’a günü öğle namazından sonra yapılması kararma vardılar. Muharebenin nasıl yapılacağı ve kumandanların hareket tarzları belirlendi. O gece, bir grup askerin, düşman karargâhına yaklaşarak, sabaha kadar ok atıp, tekbir ve kös sesleri ile kalplerine korku salması kararlaştırıldı.

Müslüman-Türk ordusunun seçrne babayiğitlerinden, her biri bir orduya bedel olan; Sanduk Bey, Trankoğlu, Bekçioğlu Afşin Bey, Uvakoğlu Çavlu Bey, Porsuk Bey, Artuk Bey, Tutak, Yakûtî, Gevherâyin, Atsız, Arslantaş, Ahmed Şah, Dilmaçoğlu Mehmed, Aksungur, Mengücük, Abdülmâlikoğlu Muhammed, Bozan Bey, gibi kahraman kumandanlar, birliklerinin başına geçip ordugâhta yerlerini aldılar. Mücâhidlere, “Cenâb-ı Hakk’ın ism-i şerîfini yüceltmek, dîn-i İslâm’ı yaymak” şeklinde niyetlerini tekrarlamalarını, emir vermeden hücûma kalkmamalarını, emân dileyene kılıç vurmamalarını, “Allah Allah” diyerek çarpışmalarını spyleyip, askerlerini heyecana getiren hitaplarda bulundular.

O gece, düşman karargâhının yakınlarına sokulmakla vazifeli mücâhidler, sabaha kadar ok atıp, tekbir getirerek ve kös çalarak Bizans askerlerinin kalblerine korku saldılar. Düşmanı uykudan ederek bitkin hâle düşürttüler.
 

SiyahSancaktaR

CEDDİ OSMANLI !...
Sp Kullanıcı
17 Eyl 2017
17,184
40,284
İstanbul..
Cevap: Alb arslan

Yine o gece, mücâhid Sultan Alb Arslan, sabaha kadar uyumadı. Allahü teâlâya göz yaşları arasında ibâdet eyledi. Otağ-ı hümâyûnun yere serilmiş halılarını kaldırıp, pak toprağa mübarek alnını koyarak secdeye kapandı. Gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatırken; “Yâ Rabbî! Sen’n dînini yaymak, ism-i şerîfini yüceltmek için yaşıyorum. Habîb-i ekrem ve Nebî-yi muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hatırı için, hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali radıyallahü anhüm efendilerimizin hatırı için, Kur’ân-ı kerîmde medh ederek bahsettiğin Eshâb-ı kiramın hatırı için, bu İslâm düşmanlarını kahrederek ordumu muzaffer eyle. Evliyanın ruhlarını bizimle beraber et!...” diye niyazda bulundu. Yaptığı uzun dualardan sonra atına binerek, istirahat eden mücâhidlerin arasında dolaştı. Kumandanlar, kararlaştırıldığı şekilde sağ ve sol kanatlarda yerlerini almış, birliklerinin başında uykuya dalmışlardı. İleri hatlardaki vazifeli askerlerin çaldığı kös sesleri gecenin sessizliğini bozuyordu. Nöbetçilerin gözleri, karanlığı delercesine, düşman karargâhına dikilmişti. Herkesin vazife başında olması Sultan’ı memnun etti.

Fecrle beraber müezzinler, yanık sesleri ile Ezân-ı Muhammedî’yi okumaya başladılar. Alb Arslan, büyük bir haz ile huşu içinde müezzinlerkinledi. Ölümü, kabir hayâtını, Eshâb-ı kiramın İslâmiyet’i yaymak için çektiği sıkıntıları düşündü. Belki de bu son savaşıydı. Çok sevdiği cihâd yolunda şehâdet mertebesine kavuşacaktı. Gözlerinden iki damla yaş toprağa akarken, bütün ordunun abdest alışını seyretti. Herkes koca ovada yerini alırken, Sultan da, ordu imâmı Buhâralı Abdülmâlikoğlu Muhammed’in arkasında sünneti kılmaya başladı. Kamet getirildikten sonra, imâmın, “Allahü ekber” demesiyle koca ordu, Allahü teâlânın huzurunda farza durdular. İmâm, Fâtiha’dan sonra cihâd âyet-i kerîmelerinden okudu. Binlerce mücâhid askerin hep birden rükûya eğilip secdeye varmaları ve tekrar doğrulmaları pek heybetli idi. Bu hâl bir dağın yere kapanmasını andırıyordu. Namaz kılınıp sıra duaya gelince, bütün askerler el açarak, Allahü teâlâdan zafer ihsan etmesini, bu uğurda şehîd veya gazi olmalarını niyaz ettiler. Gözyaşları içinde yapılan duadan sonra gür ve yanık sesli müezzin, dâvûdî sesiyle Haşr sûresinin son âyet-i kerîmelerini okudu. Namazdan sonra, aynı birlikte olanlar silâh arkadaşlarıyla helâllaştılar. Herkesin dudakları kıpırdıyor, şehâdetten önce büyük bir aşkla Allahü teâlânın ismini anıyorlardı.

1071 yılının 26 Ağustos’u, günlerden Cum’a... Mücâhid Sultan Muhammed Alb Arslan, savaş düzeni alan gazilerini teftiş edip, teçhizatlarını gözden geçirdi.

Kumandanlara hareket tarzlarını yeniden hatırlattı.

Günlerden Cum’a, vakit öğle... Heyecan son noktasına gelmişti. Cum’a, ayrıca mü’minlerin bayramıydı. Biraz sonra başlayacak olan savaşta kim bilir kimler Allah yolunda kurban olacak ve çok özledikleri şehâdet mertebesine kavuşarak hakîki bayramı yapacaklardı.

Sultan Alb Arslan ve kahraman ordusu, cephede hep birlikte Cum’a namazını kıldılar. Göz yaşları arasında yapılan duadan sonra, beyaz elbisesini giyen Alb Arslan, atının kuyruğunu kendi elleri ile düğümledikten sonra, kıbleye döndü ve secdeye kapandı. Cenâb-ı Hakk’a hamd ettikten sonra, gözlerinden yaşlar boşanırken; “Allah’ım! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin rızân için savaşıyorum. Allah’ım! Ordumu muzaffer eyle! Günahlarım sebebiyle onları kahreyleme! Allah’ım! Niyetim hâlistir. Bana yardım et. Sözlerimde yalan varsa beni kahreyle!...” diye yalvardı. Sonra doğruldu ve bir sıçrayışta atına bindi. Gözleri çakmak gibi yanıyordu. Ordusuna şöyle bir göz gezdirdikten sonra; “Beylerim! Yiğitlerim! Dîn-i İslâm’a hizmette yarış eden gazilerim!” Mücâhidler, atlarının üzerinde dikkat kesilmişler, Sultanlarının sözlerini heyecanla dinliyorlardı.

Alb Arslan, büyük bir azimle; “İşte şehîdlik kefenini giydim! Allahü teâlânın rızâsı için, içinizden bir nefer gibi çarpışacağım. Eğer şehâdet mertebesine kavuşursam, bu beyaz elbisem kefenim olsun! O zaman, oğlumuz Melikşâh elbet başbuğdur!...” dediği an, heyecandan bir yay kirişi gibi titreyen mücâhidler, hep bir ağızdan; “Allah, seni başımızdan eksik etmesin Sultanım!...” dediler. Her birinin gözleri alev alev yanıyor, bir an önce düşmanın üzerine atılmak istiyorlardı.

Alb Arslan, kahraman askerlerini bir baba şefkati ile süzdükten sonra; “Küffârın sayısı çok, silâhları fazla! Sayımız az, fakat Allahü teâlâ bizimle!... Bütün müslümanların, camilerde bizim için dua ettiği bu saatte, kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer oluruz, veya şehîd olarak Cennet’e gideriz. Bugün burada sultan yoktur, ben de sizlerden biriyim. İsteyen dönüp gidebilir, haklarımızı onlara helâl ettik!...” derken, iyice bilenmiş olan gâzîler hep birlikte; “Hâşâ... Ölmek var, dönmek yok Sultan’ım!” dediler. Sultan Alb Arslan, son sözünü söylemek üzere sağ elindeki kılıcını havaya kaldırıp; “Cenâb-ı Hak gazanızı mübarek eylesin!...” dediği an, koca ova, mücâhidlerin; “Âmîn! Âmîn!..” sesleri ile çınladı.

Bir anda kösler vurulmaya, cenk marşları çalınmaya başladı. Bu sesi işiten yağız atlar yerinde duramaz oldu. Tırnaklarıyla toprağı eşiyor, sık sık şaha kalkıyordu. Süvarilerin de heyecanları son haddine gelmişti. Sultan; “Yâ Allah! Bismillah!... Allahü ekber!...” diyerek kılıcını ileri uzattı. Hücûm emrini alan yiğit askerler, yaydan boşalmış ok gibi ileri fırladılar. “Allah! Allah!” nidaları semâda yankılanırken, iki yüz bin kişilik koca Rum ordusuna doğru uçtular. Sultanlarının; “Koman gazilerim!... Vurun yiğitlerim! Vurun Allah aşkına!...” sözlerini duyunca, kendilerinden geçtiler.

Atlar boyunlarını ileri uzatmışlar, son sür’atle koşarken, tiz bir Iporu sesi, “Ok at” emrini veriyor... Yaylar bir anda gerilip, peşpeşe oklar küffâra fırlatılıyor, düşmandan gelen oklar, kalkanlarla karşılanıyordu. İslâm ordusunun takviyeli sağ ve sol kanatları ve az bir kuvvetle merkezi idare eden Sultan Alb Arslan, bütün güçleri ile Bizans ordusuna yüklendi. İki ordu birbirine girdi ve kıyasıya bir mücâdele başladı. Uğultu daha da artarken, mücâhidlerin; “Allah Allah!” sesleri yerle gök arasına yayılıyor ve bütün sesleri bastırıyordu. Sultanlarının; “Vurun bahadırlarım!...” hitâbıyla daha da heyecanlanan yiğitler hiç durmadan kılıç vuruyor, çatırtılar... çığlıklar... at kişnemeleri ovayı dolduruyordu. Savaş alanı bir anda düşen başlar, kesilmiş kol ve bacaklar, başsız gövdelerle döldü. Bizanslıların öndeki süvari kuvvetleri imha olunca merkezdeki ana kuvvetlerle göğüs göğüse gelindi. Merkezde bulunan Kral, süvari kuvvetlerinin tükendiğini görünce, ordusunu topyekûn hücûma kaldırdı. Bunu bekleyen Sultan Alb Arslan, işaretini verdi ve tekrar tiz bir boru sesi ortalığı çınlattı. Talimli yağız atlar kişneyip şahlanarak geriye döndüler. İslâm askerleri, plân gereği hızla karargâhlarına doğru çekiliyor gibiydi. Bunu gören Bizan ordusu, “Türkler kaçıyor!” zannına kapılarak hep birden ileri atıldılar. Eşi görülmedik müslüman Türk süvarileri, atları üstünde geriye dönüp yaylarını geriyorlar, peşlerinden gelen düşmana ellerinden geldiğince zâiyât verdirmeye çalışıyorlardı. Tam bir kovalamaca başlamıştı. İslâm askerleri, pusuda bekleyen komutan Trankoğlu ve emrindeki yiğitlerin bulunduğu yere kadar geldiler. Ve bir anda sağa sola açılarak meydanı boş bıraktılar. Trankoğlu’nun; “Ok saalL.” emriyle binlerce ok, Rumların üzerine uçtu. Hedefini bulan okların her biri bir düşmanı yere sererken, ikinci... üçüncü... oklar da hedeflerine uçuyordu... Rumlar, hiç ummadıkları, hattâ hayâllerinden bile geçiremedikleri bir tuzağa düşmüşlerdi. Hepsi şaşkın bir halde iken, mücâhidler çoktan düşmanı sağdan ve soldan kuşatıp arkalarına dolanmışlardı. Trankoğlu da, yiğitleriyle yalın kılıç hücûma kalktığında, çepeçevre kuşatılan küffâra umûmî taarruz başladı. Gürzler ve kılıçların her inip kalkışı düşman askerlerini saf dışı bırakıyordu. “Allah Allah” nidaları ve komutanlarının; “Haydin yiğitlerim!...” hitapları ile yeniden güçlenen gaziler, kılıçlarını çalıyorlardı. Bizans ordusu bir anda yok olmaya başladı. Vurulanlar düşüyor ve atlarının altında eziliyorlardı. Şahlanan atlar süvarilerini yere fırlatıyorlar, gürzünü kaldırmaya çalışan bir silahşor, zırhını parçalayarak kalbine saplanan bir mızrak ile yere düşüyordu. Baltasını savurmaya fırsat bulamayan Rumların, tolgalarına değen gürzler zırhlarını parçalıyor, kemiklerini hurdahaş ediyordu. Toprak kan gölü hâline dönmüştü... O mağrur zırhlı Rum askerleri, ne yapacaklarını şaşırmışlar... Bâzıları, hışımla kalkan Türk kılıçlarından kurtulmak için kaçacak yer arıyor... Kimisi de, düştüğü yerden doğrulup ellerini kaldırarak emân diliyordu. Emân dileyen kurtuluyor, dilemeyenin başı kılıçlara hedef oluyordu...

Akşama doğru Malazgirt meydanı, Bizans askerlerinin leşlerinden geçilmez hâle gelmişti. Kibirli Bizans İmparatoru, ordusunun bu fecî akıbetini görünce, Prens Andronikos Dukas kumandasındaki yedek kuvvetleri ileri sürmek istemiş, fakat bütün araştırmalarına rağmen Prens’i bulamamıştı. Harp meydanından kaçtığını öğrendiğinde, hırsından deliye dönen çaresiz İmparator, hazînelerinin bulunduğu yere doğru ma’iyyetiyle birlikte çekilmeye başladı. Bu durum, haçlı askerlerinin iyice bozulmasına sebeb oldu. Artık, eğri Türk kılıçlarından kurtutmak için son sür’at kaçmaya çalışıyorlardı. Kral askerlerini ne kadar sebat ettirmeye gayret ettiyse de başaramadı. Merkezdeki güçleriyle son bir direniş için canlarını dişlerine takarak müdâfaaya başladılar. Şehinşâh-ı muazzam mücâhid gâzî Alb Arslan, bu sıralarda, kesin netîceyi almak için, yiğitlere parmak ısırtacak hareketlerle muharebenin en kanlı yerinde yalın kılıç dövüşüyor, hattâ bâzan hayâtı tehlikeye bile giriyordu. Sultanlarının bu hareketini gören bahadırların her biri, birer aslan kesiliyordu. Bu sırada yiğitlerden birinin, Sultan’ın yanına yaklaşarak atının dizginlerini yakaladığı ve; “Sultan’ım! Mübarek vücûdunuzu tehlikeye atıp, bizi öksüz bırakmayın. Garib kalacak müslümanlara acıyW...” diyerek yalvardığı görüldü. Bu yiğit, muharebenin başından beri Sultan’ım tehlikelerden korumak için, gözünü budaktan esirgemiyen komutan Ay Tiğin’di... Atını şahlandıran muzaffer Sultan, ona; “Ey Ay liğin! Müslümanların rahatlığı benim rahatsızlığımdadır” dedi ve askerlerine dönerek; “Vurun Hûda aşkına!...” diyerek haykırdı. Müslüman Türk askerleri, yeni bir gayretle Bizanslıların ortalarına daldılar.

Vakit akşam. Hava kararıyor... Kral ve askerleri, akşamın karanlığından istifâde ederek muharebe meydanından kaçmaya çalışıyorlardı. Muharebe meydanı binlerce ölü, yaralı ve esirle dolmuştu. Bizans’ın bütün silâhları, araç ve gereçleri ile hazîneleri müslümanların eline geçti ve Bizans İmparatoru da esir alındı.

Akşama kadar süren savaş, müslüman Türk’ün galibiyeti ile bitmiş ve Malazgirt ovası yüz binden ziyâde Bizanslıya mezar olmuştu. Târihin en büyük meydan muharebelerinden birini Allahü teâlânın izniyle kazandığını gören Sultan Muhammed Alb Arslan, şükür secdesine kapandı, sevinç göz yaşları dökerek cenâb-ı Hakk’a hamd etti.

İmparatorun hazînelerini Sultan’ın huzuruna getirdiler. Fakat onun gözü bunları görmüyor şehîd askerlerini düşünüyordu. Âlimler ve komutanları ile harp meydanını dolaştı. Şehîdler için Fatihalar okunup defn işleri yapılırken, gâzîlerin yaraları sarıldı Bu arada, Bizans İmparatoru’nun esir edildiği, Sultan’a bildirildi.

Ertesi gün, muzaffer Sultan, Romanos Diogenes’i çadırında, ayakta, bir misafir gibi karşıladı. İmparator, utancından başını kaldıramıyordu. Sultan, onu yanına oturtarak; “Ey İmparator! Sana elçi gönderdim, barış teklif ettim. Kabul etmedin ve; “Çok para harcadım, büyük ordu toplayarak buraya kadar geldim. Nihayet aradığımı yakaladım. Ülkeme yapılanları, İslâm ülkelerine yapmadıkça geri dönmem” diyerek gururlandın. Bu serkeşliğinin netîcesini nasıl buldun?” diye sordu. İmparator; “Ülkeni almak için türlü kavimlerden ordu topladım. Şimdi ise memleketim elinde, kendim önündeyim. İstediğini yapabilirsin!” dedi. Sultan; “Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?” diye sorunca; “Sen böyle, benim veya adamlarımın lütfuna terkedilmiş olsaydın, ya başını kesmelerini, veya darağacında asmalarını emrederdim” cevâbını verdi. Sultan; “Hakîkaten doğru söyledin. Şayet bunun aksini söyleseydi n, o zaman yalan söylediğin anlaşılırdı. Şimdi sana ne yapmamı umuyorsun?” diye tekrar sordu. O; “Ya beni öldürtürsün! Ya ülkelerinde beni dolaştırıp teşhir ettirirsin!... Veya... Fakat bunu düşünmek bile hayâldir. Çünkü mümkün görmüyorum!...” dedi. Sultan; “O mümkün görmediğin nedir?” diye sorunca da; “Affedilerek ülkeme iade edilmem!” dedi. Sultan; “Seni affetmekten başka bir şey düşünmedim” buyurduğunda, İmparator buna bir türlü inanamadı. Sevinçle; “Başlarına geçtiğimden beri Bizans’ın hazînelerini, asker toplamak ve savaş hazırlığı yapmak üzere harcayıp bitirdim. Lâkin hayâtımı bağışlamak karşılığında Bizans ülkesine sâhib olmak hakkındır” diyerek, bir Bizanslıya yakışacak şekilde ülkesini hayâtına feda etti.

Nihayet iki hükümdar arasındaki konuşma bir andlaşma ile son buldu. Bu andlaşmanın bâzı maddeleri şöyledir:

1-Bizans İmparatoru, kurtuluş akçesi olarak bir buçuk milyon altın verecek.

2-Bizans İmparatorluğu, her sene Selçuklu Devleti’ne üç yüz altmış bin altın vergi ödeyecek.

3-İhtiyaç hâlinde, Selçuklu Devleti’ne on bin süvarî ile askerî yardımda bulunacak.

Bu maddelerin kabul edilmesi ile; Bizans İmparatorluğu, Türklerin emrinde bir devlet oluyor ve yüz yıllardan beri Anadolu’daki hâkimiyetlerini kaybediyorlardı. Böylece Anadolu’nun kapıları asıl sahiplerine açılmış oluyordu. Malazgirt zaferi; Türkler için bir dönüm noktası oldu. Bu galibiyetten sonra Anadolu’nun her beldesi fethedilerek müslümanlar yerleşmeye başladı. Malazgirt zaferi, Sultan Alb Arslan’ın Türk milletine en büyük armağanı oluyor ve târihe altın harflerle yazılıyordu.

Sultan Alb Arslan, hâlifenin merakta kalmaması için İslâm hükümdarlarının âdetlerine uyarak bir fetihnâme yazdırıp Bağdad’a gönderdi. Zafer, Bağdad’da büyük şenlikler yapılarak, müslümanlara duyuruldu. Halîfe, mücâhid Sultan’a bir mektup yakarak, kazandığı bu eşsiz zaferi tebrîk etti. Ona; “Dünyâ hükümdarlarının efendisi, müslümanların yardımcısı, dînin parlak tacı, İslâm ülkelerinin sultânı..” gibi övgü dolu sıfatlar verdi.

Sultan Alb Arslan, iki yüz kişilik bir askerî kıt’a ile İmparator Diogenes’i muhafaza ederek Bizans’a gönderdi. İmparator, Sivas civarına gelince, Türk askerlerini geri gönderdi.

Bu sırada Bizans halkı Romanos Diogenes’in esir alındığını ve Türk Sultânı ile andlaşma yaptığını öğrenmişti. Onun bu andlaşması Bizans’da müsbet karşılanmamış ve savaş meydanından kaçan Prens Dukas’ı yedinci Mihael ünvanı ile imparator îlân etmişlerdi. (24 Ekim 1071) Diogenes, Mihael’in kral olmasını hazmedememiş, başına topladığı askerlerle taht mücâdelesine girişmiş, mağlûb olunca gözlerine mil çekilmek suretiyle cezalandırılmıştı.

Romanos Diogenes’in başarısızlığı ve ölümü ile, yapılan andlaşmanın bir hükmü kalmadı. Bunun üzerine Sultan Alb Arslan, bir çok kumandanlarına ve Selçuklu şehzadelerine Anadolu’yu fethetmek görevini verdi. İki sene içinde, kahraman müslüman Türk akıncıları Ege ve Marmara sahillerine, hattâ Üsküdar’a kadar gelerek Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmadılar.

Sultan Alb Arslan, Malazgirt zaferinden sonra, 1072 senesinde pek büyük bir süvari gücü ile Mâverâünnehr’e müteveccihen sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buhârâ’ya yaklaştı. Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara ettiler. Kale komutanı, bâtını sapık fırkasına mensup Yûsuf el-Harezmî, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hâin Yûsuf, Alb Arslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücûm edip, hançer ile yaraladı. Yûsuf’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alb Arslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 târihinde; “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü teâlâya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerlerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden, bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. “Ben, dünyânın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?” diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun netîcesi olarak, cenâb-ı Hak, âciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hatâ ve kusurlarımdan dolayı Allahü teâlâdan af diliyor, tövbe ediyorum. La ilahe illallah Muhammedün resûlullah!...” diyerek şehîd oldu. Rey (Tahran yakınlarında) şehrine defnedildi. Yerine oğlu Melikşâh geçti.

Saltanat müddetince İslâm dînine hizmet etti. Dînine çok sıkı bağlı idi. İslâmiyet’i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve bâtınî, şiî hareketlerine karşı çok hassastı. Hattâ bir defasında; “Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü teâlânın izniyle silâh kuvveti ile aldık. Temiz müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teâlâ, hâlis Türkleri azîz kıldı” demişti.

Alb Arslan, büyük târihî zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, îmâr ve sulama te’sisleri vücûda getirmek suretiyle de hizmetler yapmıştır. Zamanında; İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ül-Haremeyn, Ebû İshak eş-Şîrâzî, Abdülkerîm Kuşeyrî, İmâm-ı Serahsî gibi büyük âlimler yetişmiştir. Mücâhid Sultan Alb Arslan, İmâm-ı a’zamın türbesini, Harizm Câmii’ni ve Şadyâh Kalesi’ni ve daha pek çok eseri inşâ ettirmiştir.

[h=4]ONA ZAFER İHSAN EYLE![/h]O gün zamanın halîfesi, bütün müslümanların, Alp Arslan ve ordusuna dua etmesini emretmiş, Cum’a günü camide okunmak üzere şu dua metnini hazırlatmıştı:

“Yâ Rabbi! İslâm’ın sancağını yükselt ve ona yardımını eksik eyleme, Küfrü tamamen ortadan kaldıracak şekilde onları mahvet. Sana itaat için canlarını esirgemeyen ve kanlarını dökerek rızâna kavuşmaya çalışan mücâhid kullarına güç, kuvvet ver. Yurtlarını muhâfaza, kendilerini muzaffer eyle. Emîr-ül-mü’minln, şehinşâh-ı muazzam hazret-i Muhammed Alb Arslan’ın dile ğini kabul eyle! Dîn-i islâm’ı yayıp, şerefli ismini yüceltebilmesi için, onu desteğinden mahrum eyleme! Zira o, yalnız senin rızân için rahatını terketti. Senin yoluna, bütün malını harcadı, hattâ canını bu yolda fedaya hazır eyledi. Kitabın Kur’ân-ı kerîmde; “Ey imân edenler! Size, can yakıcı bir azâbdan kurtaracak kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allahü teâlâya ve Peygamberi’ne inanıyorsanız, O’nun yolunda mal ve canınızla cihâd ediniz” (Saf sûresi: 10,11) buyuruyorsun. Sen vadinden dönmezsin. Allah’ım! O, nasıl senin dâvetine uyup dîn-i İslâm’ı korumada gevşeklik göstermeden emrine icabet etmiş ve bu uğurda gecesini gündüzüne katmış ise, sen de ona zafer ihsan eyte! Onu, düşmanların hilelerinden uzak kıl ve muhafaza et! Allah’ım! Onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve küffârı bozguna uğratarak İslâm askerlerini muzaffer eyle! Âmîn!...”



1) El-Kâmil; cild-9. sh. 173

2) Mir’ât-üz-zemân (Ali Sevim neşri); sh. 115, 121, l W

3) Vefeyât-ül-a’yân; cild-ti, sh. 69

4) Bugyet-üt-taleb (Ali Sevim neşri); sh. 16

5) El-Urâda; sh. 45

6) El-Bidâye ven-nihâye; cild-12, sh. 93

7) Ahbâr-üd-devlet-is-Selçukîyye; sh. 13

8) Târih i Güzîde: sh. 141

9) Câmi-üt-tevârih; cild-2 5, sh. 31

10) Vesaik; cild-3. sh. 170.173, 292

11) El-İber; cild-5, sh. 3

12) La Campagne de Mantzikert da pres leş Sources Musulmanes (C. Cahen, Bezantion, IX-1934); sh. 613, 642

13) Zeyli Târih-i Dımeşk; sh. 99

14) Siyâsetnâme

15) Âlâk-ül-hâtıra (İbn-i Şeddâd, Şam 1963;

16) El-Evâmir-ul-Alâiyye fil-umûr-il-Alâiyye; sh. 485

17) Târihu Meyyâfârikîn ve Amid; sh. 189

18) Kitâb-ül-Muntazam; cild-8, sh. 260

19) Zübdet-ün-nusra; sh. 38

20) Zübdet-ül-Halep fi Târih-i Halep; cild-2 sh. 23

21) Kenz-üd-dürer ve câmi-ül-gurer; cild-6, sh. 390

22) Musâmeret-ül-ahbâr: sh. 16

23) Ravdat-üs-safâ; cild-1. sh. 95

24) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1036

25) Rehber Ansiklopedisi; cild-1. sh. 202
 

Son mesajlar