Hindistandaki Gürganiye Devletinin en büyük hükümdarı. Gençliği ve şehzadeliğinde Muhammed Evrengzîb, hükümdarlığında Âlemgîr diye tanındı. Ebû Zafer künyesi ve Muhyiddîn lakabı verildi. İslâmiyeti içerden yıkmak isteyen hurûfîliği ve kurucusu Fadlullah-ı Tebrîzîyi ortadan kaldırarak İslâmiyete büyük hizmet eden Tîmûr Hânın neslindendir. Babası, Bâbürün dördüncü göbekten torunu Şah Cihandır. Annesi; adına Taç Mahal gibi muhteşem bir türbe inşâ edilen Ercümend Bânû Begüm Mümtaz Mahal idi. 21 Ekim 1618 târihinde, dedesi Selim Cihângîr Şâhın Gücerât ve Racputana sınırında bulunan Dohaddaki karargâhında doğdu. Tahsîl ve terbiyesine husûsî dikkat edilerek yetiştirildi. Hicrî ikinci bin yılının en büyük âlimi, Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Muhammed Masûm-i Fârûkî hazretleri, Âlemgîr Şâhın eğitimini üzerine aldı. Böylece zamanın en büyük âlim ve evliyasının terbiyesinde aklî ve naklî ilimleri öğrenen Evrengzîb; ata binmek, ok atmak, tüfek kullanmak suretiyle de askerlik sahasında eğitilerek maharet kazandı ve 1658 (H. 1068) senesinde hükümdar oldu. Elli senelik hükümdarlığında, halk içinde Hak ile beraber oldu. Vazifedeyken, güzel idaresi sayesinde, pek çok gayr-i müslim, müslüman olmakla şereflendi.
Evrengzîb, çocukluğunda, cesareti ile ünlü idi. On dörton beş yaşlarında genç bir şehzade iken, babası Şah Cihânın cülûsunun beşinci senesi kutlamaları yapılıyordu. Bir çok eğlence arasında fil döğüşleri de vardı. Şehzade Evrengzîb, iki büyük kardeşiyle birlikte bunları seyrediyordu. Çok kızışan fil doğuşu herkes tarafından dikkat ve heyecanla tâkib ediliyordu. Bir ara filler den biri rakibini bırakıp genç şehzadeye doğru hücûm etti. Orada bulunanlar şaşkınlıktan hayretle bakıyorlardı. Evrengzîb hiç kaçmadı. Atının geri dönmesine de müsâde etmedi. Filin saldırısını karşılayıp, mızrağı ile yaraladı. Aldığı yara ile canı yanan ve bu sebeple azdıkça daha da azan fil, hortumu ile şehzadenin atını devirdi. Üzerine ateş edilmesine aldırmayarak, yere düşen Evrengzîbe saldırdı. O da kılıçını çekip, kendini savunarak, fili bir kaç yerinden daha yaraladı. O anda diğer fil gelip, rakibine saldırarak şehzadeyi kurtardı. Evrengzîbin bu hareketi Hindistan halkı arasında çok takdîr edildi. İnsanların gönlünde yer etti ve halk arasında çok sevildi. Buna rağmen saltanatta hiç gözü yoktu. Çünkü daha sırada amcası ve kendisinden büyük iki ağabeyi Dara Şikûh ve Suca vardı. Evrengzîb ve Murâdbahşla birlikte dört kardeştiler.
Bâbür Devletinin dördüncü hükümdarı Cihangir Şâhın vefatı üzerine beşinci hükümdar olarak tahta geçen babası Şah Cihan, Evrengzîbi Dekken valiliğine tâyin ederken, en büyük oğlu Dara Şikûh sarayda kalmıştı. Suca, Bengâl valisi olurken, debdebeye fazlaca düşkün olan Murâdbahş da Gucerât valiliği yapmaktaydı.
Şah Cihânın dört oğlu arasında, çok önemli şahsiyet ve yetişme farklılıkları vardı. Bunlardan Suca ile Murâdbahş, eğlenceye düşkünlüklerinin yanında, önemliişlerde sıkıntıya gelemiyen, silik bir mîzâca sahiptiler. Dara Şikûh ise, büyük evlâd olmanın verdiği avantajla tâyin edildiği valiliklere gitmiyor ve hep sarayda kalıyordu. Dolayısıyla, babasının gölgesinde kalarak idarî ve savaş gibi mühim hususlarda yetişmeden büyüyordu. Merkezden uzakta genç yaşta idarecilik yaparak yetişen diğer kardeşlerini de sevmiyor ve kin besliyordu. Bilhassa Evrengzîbi hiç çekemiyordu. Ayrıca halk arasında İslâm dîni ile Hindu dîninin birbirine çok yakın olduğu hususunda, bâzı saçmalıklara kalkışıyordu. Hindûların çok tutmalarına karşılık, babasının Türk ve müslüman vezir ve beyleri tarafından sevilmiyordu. Kısacası dedesi Ekber Şâhın yolunda yürüyeceği her hâlinden belli idi.
Dara Şikûh yukarıda îzâh ettiğimiz özellikleri taşırken Evrengzîb, hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi, zamanının en büyük âlimi, Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin oğlu ve nalîfesi Muhammed Masûm-i Fârûkî hazretlerinin terbiyesi altında yetişiyordu. Muhammed Masûm hazretleri onu aklî ve naklî ilimlerin yanında, ata binmek, ok atmak, silâh kullanmak gibi mevzularda çok başarılı bir şehzade olarak yetişmeye teşvîk ediyordu. Dârâdan farklı olarak, müslüman-Türk vezir ve kumandanlar tarafından da çok seviliyordu. Dolayısıyla ileride Bâbür Devletinin altıncı hükümdarı olma mücâdelesinin, bu iki şehzade arasında olacağı her haliyle belli oluyordu. Evrengzîb, devlet idaresini ele geçirme mücâdelesi yaptığı günlerde babası Şah Cihâna yazdığı mektuplarda sık sık gayesinin; Hakîkî îmân ve devletin selâmeti cihetinde hareket olduğunu ifâde ediyordu. Bu yüzden Türk ve müslüman beylerin çoğu onu seviyor ve İslâmiyete hizmet edeceğine inanıyorlardı.
Bâbür Devletinin kuruluşunun yaklaşık yüz otuz birinci yıllarında, beşinci hükümdar Şah Cihânın altmış altı yaşında iken hastalandığı etrafda yayıldı. Dolayısıyla şehzadeler arasında da duyuldu. Şah Cihan, hastalığı sebebiyle bir süre halka görünmedi. Pencap valiliğine tâyin edildiği hâlde gitmeyen oğlu Dara Şikûh, hekimler ve bir-iki yakınından başka, babasının yanına kimseyi sokmuyordu. Dara Şikûhun, babasının durumunu etraftan saklaması çeşitli yorumlara sebeb olmuş, Dârânın tahta rahat yerleşmek için böyle davrandığı etrafa yayılmıştı. Çevrede bu tarz düşünceler yoğun bir şekilde konuşulurken Şah Cihan, Ekim ayı ortalarında halk arasında göründü ve Delhiden Agraya gitti. Büyük oğlu Dârâyı veliahd yaptı. Dârâdan yana olanlar önemli vazifelere getirildiler. Şüphelendikleri kimseleri vazifeden uzaklaştırdılar. Hâdiseler bu şekilde devam ederken vezîr-i âzam olan ve Dekken valisi Evrengzîbe yakınlığı ile tanınan Mîr, bütün vazifelerinden uzaklaştırıldı. Ayrıca, yine Evrengzîbe yakınlığı ile sarayda tanınan Îsâ Bey hapsedildi. Dekken ordusunun bir kısmı Evrengzîbin kuvvetini kırmak için geri çağrıldı. Dara, bu yaptıkları yetmiyormuş gibi, kardeşi Evrengzîbe gidilecek olan başlıca yolları kestirip, saraydan giden mektup ve habercileri yakalattırıyordu.
Şah Cihânın iktidarının son zamanlarına doğru, sapık kimseler, faaliyetle rini arttırdılar. Hindular, Dara Şikûhun yardımıyla devlet dâirelerinde güçlenip söz sahibi olmaya, müslümanlara zulüm ve eziyet etmeye başladılar. Hattâ Rânâ adlı bir hindû kumandan, bir müslümanın evini basıp, hanımını zorla elinden aldı. Rânâ, ileri gelen kumandanlardan olduğu için, o garip müslüman derdini kimseye anlatamadı. Son çâre olarak, o sıralar hacca gitmek için Delhiye gelen Muhammed Masûm hazretleri ile ağabeyi Muhammed Saîd hazretlerine koştu. Allâhü teâlânın o mübarek kulları, bu hâince işi duyunca birden değiştiler, celallendiler. O garîb müslümana; Sultanın yanına gidip, senin hâlini anlatacağız; lehine düşünür, hanımını iade eder ve o zâlim adama gerekli cezayı verirse na âlâ. Yoksa onun saltanatını Allâhü teâlânın izniyle değiştireceğiz. Böyle şeylere göz yummak, mazlumların haklarını korumamak, saltanata da Sultana da yakışmaz buyurdular. Hemen Sultana gittiler. O sıralarda, Şah Cihâdın büyük oğlu Dara Şikûh, babasının hastalığından istifâdeyle idareyi ete almış ve babasına veliahdlığını îlân ettirmişti. Dara Şikûh, o mübarek insanların şikâyetlerini dikkatle dinledi. Ama saltanat çatışmalarının yaklaştığı bir zamanda, Rânâ gibi güçlü bir kumandanıyla arasının açılmasını istemiyordu; O, mağdur olan adama istediği kadar altın vereyim. İstediği bir kadınla yeniden evlensin. Bir kadın için böyle kuvvetli bir kumandanla aramı açamam şeklinde bir teklifle red cevâbı verdiği azîz kimseler, bu cevâba çok hiddetlendiler. Dara Şikûha hitaben; Eğer bu müslümanın işi ile ilgilenmez ve o kâfire gereken cezayı vermezsen, çıktığımız bu hac yolculuğundan, sen burada bu davranışlar içerisinde olduğun müddetçe geri dönmeyeceğiz dediler. Gözlerini hırs ve makam sevgisi bürüyen Dara Şikûh, Muhammed Masûm hazretleri ve ağabeylerinin sözlerine karşı; İstediğiniz yere gidin, serbestsiniz. Kardeşim Muhammed Evrengzîb, hazırladığı askeriyle üzerime gelirken, Rânâyı incitemem dedi. Buna karşılık Muhammed Masûm hazretleri de; Rânâ ve ona yardım edenler lâyık oldukları cezaları bulmadan, masumların haklarına riâyet edilmeden, inşâallah biz Hindistana gelmeyeceğiz buyurup, Dârânın yanından ayrıldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin iki mübarek oğlu, bu hâle çok üzülüp, hac yolculuklarına devam ettiler.
Muhammed Masûm ile ağabeyi Muhammed Saîd hazretleri Dekkene vardıklarında, şehzade Evrengzîb tarafından hürmetle karşılandılar. Onlara hâlini arz eden Evrengzîb; Kuvvetim azdır. Ağabeyim Dara Şikûha karşı koyacak bir ordum yok. Ancak bu işi yüksek teveccüh ve himmetlerinizle başarabilirim dedi. Muhammed Masûm da (rahmetullahi aleyh) cevaben; Hiç korkma! Âyet-i kerîmede meâlen; Allâhü teâlânın izniyle, nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğa üstün gelmiştir buyruldu. (Bekara sûresi: 249) Allâhü teâlânın yardımı ile sen galip gelip, saltanatı elde edinceye kadar, ben Hindistana dönmeyeceğim. Biz hac farîzasını eda edip, mübarek yerleri de ziyaretten sonra, Hindistana dönünceye kadar, her şey bitecek ve saltanata geçeceksin buyurdu. Bu müjdeyi alan Evrengzîb, askerini topladı, konuşmaları ile şevke getirip, cesaretlerini arttırdı. İktidarı ele geçirip; Allâhü teâlânın dînine hizmet, müslümanlara da şefkat ve merhamet etmek için daha çok çalışmaya karar verdi.
Olup bitenlerden haberdâr olan Bengal valisi Şücâ ve Gücerât valisi Murâd-bahş kendilerini pâdişâh îlân ettiler. Evrengzîb ise; ordusunun gücünü ve taraftarlarını çoğaltmak için elinden geleni yapıyordu. Netîcede üç şehzade, orduları başında Agra üzerine yürüdüler.
Şehzadelerin orduları, bilâhare iki ayrı koldan yollarına devam etti. Doğuda Şücâ; güneybatıda birlikte hareket eden Evrengzîb ve Murâdbahş orduları vardı. Bu iki şehzadenin ortak hareketinde, kumandanlık dâima Evrengzîbde idi. Şah Cihan adına hareket eden Dara Şikûh, doğudan harekete geçen Şücâ üzerine, oğlu Süleyman Şikûh komutasında bir ordu gönderdi. Kendisi de, diğer iki kardeşiyle arasında çıkacak muharebeye hazırlandı.
Dara, Evrengzîb ordusuna karşı bir ordu yola çıkardı. Ordunun başına da Racput hükümdarlarından Marvar Racası Cesvent Singi tâyin etti. İki ordu, Ucceyinin yirmi kilometre kadar güneybatısında karşılaştı. Evrengzîb, 1658 senesi Nisan ayında bu orduyu yendi ve Agra üzerine yürümeye devam etti. Bu zafer, Darânın ordusundan bir çok bey ve erin Evrengzîbe katılmasına sebeb oldu. Bu muharebeden iki ay önce Süleyman Şikûh, amcası Şücânın ordusunu yenmesine rağmen, mesafenin çok uzak olmasından dolayı Agranın yardımına yetişemedi.
Cesvent Sing komutasındaki merkez ordusunun yenilgisi, Dârâyı tutan bâzı beyleri endişeye sürükledi. Çözüm yolları aramaya başladılar. Fakat kendine çok güvenen Dara Şikûh, karşısına çıkacak orduyu yeneceğine kesin gözüyle bakıyordu. Kuvvetinin çokluğuna bakarak hükümdar olmak istediğinden, bir an önce savaşmaya ve kardeşi Evrengzîbi yenmeye can atıyordu. Kesin vuruşma hazırlığı ile yeniden ordusuna çeki düzen verdi. Nihayet iki ordu Haziran 1658 (H. 1063)de Agra dolaylarındaki Samugarhda karşılaştı. Muhammed Masûm hazretlerinin duasını alan Evrengzîb, büyük bir tevekkül içinde, küçük ordusunu merkez ordusuna karşı sevk ve idare ediyordu. Her şey bu muharebede belli olacaktı. Her iki taraf da son gücünü kullanıyordu. Nihayet iki ordu karşılaştı. Dârânin bizzat idare ettiği ordusu dağılmaya başladı ve Dara kaçtı. Vuruşmada çok gayret göseren Murâd-bahş yaralandı. Bu esnada Şah Cihan ortaya çıkınca, hasta olmadığı ve Dârâyı başa geçirmek için böyle bir hîleye baş vurduğu anlaşıldı. Evrengzîb, 1658 yılının son aylarına doğru Agrayı aldı ve Bâbürlülerin altıncı hükümdarı olarak kırk yaşında tahta çıktı. Babası Şah Cihânı, Agra sarayından dışarı çıkarmadı vexjtüfh yılı olan 1666ya kadar sarayda tuttu.
Hindistandaki bu hâdiseler sırasında, Muhammed Masûm hazretleri, haccını eda ederek Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimizin huzûr-ı saadetlerine vardı. Murakabe esnasında Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme, Âlemgîr Şâha Hindistanda verdiği sözü arzedince, Resûlullah efendimiz; Saltanatı, Evrengzîbe ihsan eyledik buyurdu.
Muhammed Masûm (rahmetullahi aleyh) Hindistandan ayrıldıktan sonra kıtlık, veba ve saltanat mücâdeleleri halkı güç durumda bırakmıştı. Âlemgîr Şah, kısa zamanda devletin idaresini ele geçirerek duruma tamamen hâkim oldu. O sırada dünyâ incisi, Allah dostlarının sevgilisi Muhammed Masûm Fârûkîde hac farizasını yerine getirmiş, yüksek derecelere kavuşmuş, dönüş için hazırlık yapıyordu. Zâten Âlemgîr Şâhın zafer haberini de duymuştu. Tekrar Hindistana döndü. Âlemgîr Şah, karşılamak için yollara düştü. Çok hürmet ve tazimde bulundu ve başşehir Fîrûzâbâdda (Delhide) kalmasını istirham etti.
Muhammed Masûm (rahmetullahi aleyh), yüksek oğulları Muhyissünne Muhammed Seyfeddîni (rahmetullahi aleyh); Âlemgîr Şâha ilim öğretip, emr-i marûf yapmakla vazifelendirdi. Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh) Dehliye gelirken, şehrin girişinde fil ve arslan resimlerini gördü. Âlemgîr Şâha haber göndererek bunları ortadan kaldırmasını, aksi hâlde şehre girmeyeceğini bildirdi. Hemen emri yerine getirildi. Sultân Âlemgîr Şah, Muhammed Seyfeddîni sarayına alıp, talebesi olmakla şereflendi. Yaşının ilerlemesine rağmen, Kurân-ı kerîmi tamamen ezberledi. Arabça, Farsça, Urduca ve Türkçeyi çok güzel konuşur ve yazar hâle gelip, o mübarek zâtın sohbetlerihin bereketiyle olgunlaştı. Fıkıh ve diğer din bilgilerinde mütehassıs oldu. Ahlâkını, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin güzel ahlâkına benzetmeye; hareketlerini, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uydurmaya çalıştı. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip, Muhammed Masûm-i Fârûkî hazretlerinin halîfesi olmakla şereflendi. Hocası ve mürşidinin tavsiyeleriyle, Hindistanda yayılmış olan bir çok kötülükleri, bidat ve sapıklıkları devlet eliyle ortadan kaldırdı. Peygamber efendimizin unutulmuş sünnetlerinin yaygın şekilde ortaya çıkmasına vesîle oldu. Çevresindeki devlet adamları, vali ve kumandanlar, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip yerine getirmekle şereflendiler. Hindistanın her tarafında İslâmiyet yayılıp, müslümanlar kuvvetlendi. Azgın hindûlar hor ve hakîr oldular.
Muhyissünne Muhammed Seyfeddîn hazretleri, taht merkezi Fîrûzâbâdda (Delhi), insanlara nasîhat ediyor, cemâatine iştirak eden fâsıklar tövbekar olup, huzuruna gelen kâfirler îmânla şerefleniyorlardı. Yanlış gördüğü bir şeyi açıkça söyler, çekinmeden Allahü teâlânın emrini bildirirdi. Yine bir gün, saray bahçesinde gördüğü uygunsuz bir durumu, müdâhale ile ortadan kaldırttı. Bunu haber alan Sultan Âlemgîr Şah, Allahü teâlâya hamd edip; Benim saltanatım zamanında böyle kıymetli kullarını gönderdiğin için, sana şükürler olsun yâ Rabbî diyerek şükür secdesi yaptı. Bir defasında da oğlu Muhammed Azam Şah, Seyfeddîn hazretlerinin dergâhını ziyarete gitmişti. Seyfeddînin (r. aleyh) ilim ve feyzinden istifâde için toplanan cemâat, dergâhın içinden tâ dışarılara taşıyor, adetâ üst üste oturup, şevkle o mübarek zâtın sohbetini dinliyordu. Şehzade Muhammed Azam Şah, kalabalık arasından güçlükle geçti. Başından sarığı düştü. Seyfeddînin (rahmetullahi aleyh) duasını aldıktan sonra, babası Alemgîr Şâhın huzuruna çıkıp, hâli arzetti. Alemgîr Şah, kendi zamanında böyle kıymetli bir evliyanın bulunmasına ve halkının ona bu kadar îtibâr etmesine ziyadesiyle sevinip, Hak teâlâya şükretti.
Alemgîr Şah, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra memlekette sulh ve sükûnu sağladı. Müslim ve gayr-i müslim herkesin, huzur içinde yaşamasını temin etti. Zulüm ve kötülüklere, bidat ve sapıklıklara son verdi. Ayak altına düşme ihtimâline binâen, paralardaki Kelime-i şehâdet yazılarını kaldırdı. Ateşe tapan mecûsîlerin dînî bayramı olan Nevruz (21 Mart) ve Mihricangünlerinin müslümanlar tarafından resmî bayram olarak kutlanmasını yasakladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarının memleketin her tarafında tatbikinin kontrolü için, Molla İvaz Vecih isimli âlimi vazifelendirip, emrine müfettişler verdi. Molla Ivazın emirlerine aynen kendi emirleri gibi itaat edilmesini, memleketin her köşesindeki idarî âmirlere fermanlarla bildirdi. Memleketteki bütün cami ve dergâhları, eski ve yeni, cemâatli ve cemâatsız farkı gözetmeden tamir ettirip; imâm, müezzin ve hatîb tâyin etti. İslâmiyetin emr etmediği seksen çeşit vergiyi halktan kaldırdı. Müslüman ve kâfir herkesin gönlünü aldı. Böyle olduğu halde, hazîne zayıflaması gerekirken, zenginleşti.
Mekke ve Medînedeki Beytullahın ve Resûlullah efendimizin komşuları olan müslümanlara dağıtılmak üzere, her biri on bir gram gümüşten yapılan altı yüz altmış bin rupi gönderdi. Bu rupileri dağıtan heyet ancak beş yıl sonra Hindistana dönebildi. Memleketteki fakirlerin de sıkıntı çekmesine meydan vermemek için, çeşitli vesilelerle hayratta bulunurdu. Bilhassa Ramazan aylarında doksan bin rupi dağıttırırdı. Başta Agra olmak üzere Osmanlılardaki imaretin vazifesini gören Bulgurhâneler açtırdı. Yolcu ve misafirler için han ve kervansaraylar yaptırdı. İlim ve ilim ehline çok kıymet verip, talebelerin ve müderrislerin, vazifelerini rahat yapmaları için maaş verdi. Kitap yazıp eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırdı. Mükâfatlandırmalarla ilmi ve yayın faaliyetlerini teşvik etti. Din ve fen ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesine büyük gayret sarf etti.
Alemgîr Şah güvendiği adamlarını, memleketin her tarafına Vekîl-i Pâdişâhi ünvanıyla gönderip, halkın şikâyetlerinden haberdâr oldu. Tebeasının huzur ve saadet içinde yaşamasının temini için elinden geleni yaptı. Doğru yolda bulunan, doğru yolu gösteren âlimlere büyük îtibâr, hürmet gösterdi.
Alemgîr Şah, memleketin ileri gelen ulemâsından meydana getirdiği kalabalık bir heyete her türlü imkânları verip, büyük bir kütüphane kurarak Fetâvâ-yı Âlemgîriyye ve Fetâvâ-yı Hindiyye adları verilen kânun kitabını ve devletin anayasasını, Hanefî mezhebi hükümlerine göre hazırlattı. Bu hükümler, yetişen âdil kadılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi. Daha sonra aynı şey Mecelle ile Osmanlı Devletinde de yapıldı.
İnsanların huzuru için elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeyen Alemgîr Şah, halkı tarafından çok sevildi. Ona bir çok kerametler atfedilip, Alemgîr Zinde Pîr nâmıyla anıldı. Hindular, böyle bir sultânın dînine girmek için adetâ yarışıyorlardı. Kendi bâtıl dinlerini bırakıp, hak din olan İslâmiyeti seçmelerine teşvik için, bâzı imtiyazlar verdi. İşlerinden atılan gayr-i müslim devlet memûrları, müslüman olmaları şartıyla eski vazifelerine dönebileceklerdi. Mahkûmlar, müslüman oldukları takdirde serbest bırakılacaklardı. Bâzı makamlar, yeni müslüman olanlara hasr edildi.
İçerde huzur ve sükûnu temin eden Alemgîr Şah, Allahü teâlânın dînini yaymak, duymayan insanlara Hakkın dînini tebliğ etmek için, uzunluğu altı, genişliği iki aylık yol olan Tibet üzerine sefer açtı. Tibet kralına elçi gönderip; Ya müslümanlığı kabul edip kardeşimiz, ya cizye (haraç) verip vatandaşımız, veya harbe hazır ol! dedi. Kral, cizye vererek Alemgîr Şâhın vatandaşı olmayı tercih etti.
Tibette cami yapılıp, Alemgîr Şah adına hutbe okundu, para basıldı. Tibet seferi ile Gâzîlik ünvanını alan Alemgîr Şah, daha çok, kendi devletine zayıf bir şekilde bağlı olan bölgelerde Eshâb-ı kiram düşmanı sapık kimseler ve hindûlar üzerinde devletin nüfuzunu arttırmak ve Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraştı.
Âlemgîrin ilk fetihleri Hind-Pakistan yarımadasının doğu ucunda cereyan etti. Kuc-Bihar ve Assamın hindû idarecileri, taht mücâdelesi sırasında devletin zayıf durumundan faydalanarak buraları istilâ etmişlerdi. Alemgîr buraları geri aldı. İklimden kaynaklanan bazı zorluklara rağmen fetihler devam etti ve Assam ile Çitagongun yanında birçok racalıklar da, Âlemgîrin idaresine girdi. Çitagongun ismi, İslâmâbâd olarak değiştirildi. Şah Cihan zamanından beri müslümanların alâkasını cezbeden Bengal toprakları da fethedildi. Bu zengin memleketin gelirleri daha sonra Alemgîr Şâhın ordularının ana mâlî kaynağı oldu.
Evrengzîb, çocukluğunda, cesareti ile ünlü idi. On dörton beş yaşlarında genç bir şehzade iken, babası Şah Cihânın cülûsunun beşinci senesi kutlamaları yapılıyordu. Bir çok eğlence arasında fil döğüşleri de vardı. Şehzade Evrengzîb, iki büyük kardeşiyle birlikte bunları seyrediyordu. Çok kızışan fil doğuşu herkes tarafından dikkat ve heyecanla tâkib ediliyordu. Bir ara filler den biri rakibini bırakıp genç şehzadeye doğru hücûm etti. Orada bulunanlar şaşkınlıktan hayretle bakıyorlardı. Evrengzîb hiç kaçmadı. Atının geri dönmesine de müsâde etmedi. Filin saldırısını karşılayıp, mızrağı ile yaraladı. Aldığı yara ile canı yanan ve bu sebeple azdıkça daha da azan fil, hortumu ile şehzadenin atını devirdi. Üzerine ateş edilmesine aldırmayarak, yere düşen Evrengzîbe saldırdı. O da kılıçını çekip, kendini savunarak, fili bir kaç yerinden daha yaraladı. O anda diğer fil gelip, rakibine saldırarak şehzadeyi kurtardı. Evrengzîbin bu hareketi Hindistan halkı arasında çok takdîr edildi. İnsanların gönlünde yer etti ve halk arasında çok sevildi. Buna rağmen saltanatta hiç gözü yoktu. Çünkü daha sırada amcası ve kendisinden büyük iki ağabeyi Dara Şikûh ve Suca vardı. Evrengzîb ve Murâdbahşla birlikte dört kardeştiler.
Bâbür Devletinin dördüncü hükümdarı Cihangir Şâhın vefatı üzerine beşinci hükümdar olarak tahta geçen babası Şah Cihan, Evrengzîbi Dekken valiliğine tâyin ederken, en büyük oğlu Dara Şikûh sarayda kalmıştı. Suca, Bengâl valisi olurken, debdebeye fazlaca düşkün olan Murâdbahş da Gucerât valiliği yapmaktaydı.
Şah Cihânın dört oğlu arasında, çok önemli şahsiyet ve yetişme farklılıkları vardı. Bunlardan Suca ile Murâdbahş, eğlenceye düşkünlüklerinin yanında, önemliişlerde sıkıntıya gelemiyen, silik bir mîzâca sahiptiler. Dara Şikûh ise, büyük evlâd olmanın verdiği avantajla tâyin edildiği valiliklere gitmiyor ve hep sarayda kalıyordu. Dolayısıyla, babasının gölgesinde kalarak idarî ve savaş gibi mühim hususlarda yetişmeden büyüyordu. Merkezden uzakta genç yaşta idarecilik yaparak yetişen diğer kardeşlerini de sevmiyor ve kin besliyordu. Bilhassa Evrengzîbi hiç çekemiyordu. Ayrıca halk arasında İslâm dîni ile Hindu dîninin birbirine çok yakın olduğu hususunda, bâzı saçmalıklara kalkışıyordu. Hindûların çok tutmalarına karşılık, babasının Türk ve müslüman vezir ve beyleri tarafından sevilmiyordu. Kısacası dedesi Ekber Şâhın yolunda yürüyeceği her hâlinden belli idi.
Dara Şikûh yukarıda îzâh ettiğimiz özellikleri taşırken Evrengzîb, hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi, zamanının en büyük âlimi, Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin oğlu ve nalîfesi Muhammed Masûm-i Fârûkî hazretlerinin terbiyesi altında yetişiyordu. Muhammed Masûm hazretleri onu aklî ve naklî ilimlerin yanında, ata binmek, ok atmak, silâh kullanmak gibi mevzularda çok başarılı bir şehzade olarak yetişmeye teşvîk ediyordu. Dârâdan farklı olarak, müslüman-Türk vezir ve kumandanlar tarafından da çok seviliyordu. Dolayısıyla ileride Bâbür Devletinin altıncı hükümdarı olma mücâdelesinin, bu iki şehzade arasında olacağı her haliyle belli oluyordu. Evrengzîb, devlet idaresini ele geçirme mücâdelesi yaptığı günlerde babası Şah Cihâna yazdığı mektuplarda sık sık gayesinin; Hakîkî îmân ve devletin selâmeti cihetinde hareket olduğunu ifâde ediyordu. Bu yüzden Türk ve müslüman beylerin çoğu onu seviyor ve İslâmiyete hizmet edeceğine inanıyorlardı.
Bâbür Devletinin kuruluşunun yaklaşık yüz otuz birinci yıllarında, beşinci hükümdar Şah Cihânın altmış altı yaşında iken hastalandığı etrafda yayıldı. Dolayısıyla şehzadeler arasında da duyuldu. Şah Cihan, hastalığı sebebiyle bir süre halka görünmedi. Pencap valiliğine tâyin edildiği hâlde gitmeyen oğlu Dara Şikûh, hekimler ve bir-iki yakınından başka, babasının yanına kimseyi sokmuyordu. Dara Şikûhun, babasının durumunu etraftan saklaması çeşitli yorumlara sebeb olmuş, Dârânın tahta rahat yerleşmek için böyle davrandığı etrafa yayılmıştı. Çevrede bu tarz düşünceler yoğun bir şekilde konuşulurken Şah Cihan, Ekim ayı ortalarında halk arasında göründü ve Delhiden Agraya gitti. Büyük oğlu Dârâyı veliahd yaptı. Dârâdan yana olanlar önemli vazifelere getirildiler. Şüphelendikleri kimseleri vazifeden uzaklaştırdılar. Hâdiseler bu şekilde devam ederken vezîr-i âzam olan ve Dekken valisi Evrengzîbe yakınlığı ile tanınan Mîr, bütün vazifelerinden uzaklaştırıldı. Ayrıca, yine Evrengzîbe yakınlığı ile sarayda tanınan Îsâ Bey hapsedildi. Dekken ordusunun bir kısmı Evrengzîbin kuvvetini kırmak için geri çağrıldı. Dara, bu yaptıkları yetmiyormuş gibi, kardeşi Evrengzîbe gidilecek olan başlıca yolları kestirip, saraydan giden mektup ve habercileri yakalattırıyordu.
Şah Cihânın iktidarının son zamanlarına doğru, sapık kimseler, faaliyetle rini arttırdılar. Hindular, Dara Şikûhun yardımıyla devlet dâirelerinde güçlenip söz sahibi olmaya, müslümanlara zulüm ve eziyet etmeye başladılar. Hattâ Rânâ adlı bir hindû kumandan, bir müslümanın evini basıp, hanımını zorla elinden aldı. Rânâ, ileri gelen kumandanlardan olduğu için, o garip müslüman derdini kimseye anlatamadı. Son çâre olarak, o sıralar hacca gitmek için Delhiye gelen Muhammed Masûm hazretleri ile ağabeyi Muhammed Saîd hazretlerine koştu. Allâhü teâlânın o mübarek kulları, bu hâince işi duyunca birden değiştiler, celallendiler. O garîb müslümana; Sultanın yanına gidip, senin hâlini anlatacağız; lehine düşünür, hanımını iade eder ve o zâlim adama gerekli cezayı verirse na âlâ. Yoksa onun saltanatını Allâhü teâlânın izniyle değiştireceğiz. Böyle şeylere göz yummak, mazlumların haklarını korumamak, saltanata da Sultana da yakışmaz buyurdular. Hemen Sultana gittiler. O sıralarda, Şah Cihâdın büyük oğlu Dara Şikûh, babasının hastalığından istifâdeyle idareyi ete almış ve babasına veliahdlığını îlân ettirmişti. Dara Şikûh, o mübarek insanların şikâyetlerini dikkatle dinledi. Ama saltanat çatışmalarının yaklaştığı bir zamanda, Rânâ gibi güçlü bir kumandanıyla arasının açılmasını istemiyordu; O, mağdur olan adama istediği kadar altın vereyim. İstediği bir kadınla yeniden evlensin. Bir kadın için böyle kuvvetli bir kumandanla aramı açamam şeklinde bir teklifle red cevâbı verdiği azîz kimseler, bu cevâba çok hiddetlendiler. Dara Şikûha hitaben; Eğer bu müslümanın işi ile ilgilenmez ve o kâfire gereken cezayı vermezsen, çıktığımız bu hac yolculuğundan, sen burada bu davranışlar içerisinde olduğun müddetçe geri dönmeyeceğiz dediler. Gözlerini hırs ve makam sevgisi bürüyen Dara Şikûh, Muhammed Masûm hazretleri ve ağabeylerinin sözlerine karşı; İstediğiniz yere gidin, serbestsiniz. Kardeşim Muhammed Evrengzîb, hazırladığı askeriyle üzerime gelirken, Rânâyı incitemem dedi. Buna karşılık Muhammed Masûm hazretleri de; Rânâ ve ona yardım edenler lâyık oldukları cezaları bulmadan, masumların haklarına riâyet edilmeden, inşâallah biz Hindistana gelmeyeceğiz buyurup, Dârânın yanından ayrıldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin iki mübarek oğlu, bu hâle çok üzülüp, hac yolculuklarına devam ettiler.
Muhammed Masûm ile ağabeyi Muhammed Saîd hazretleri Dekkene vardıklarında, şehzade Evrengzîb tarafından hürmetle karşılandılar. Onlara hâlini arz eden Evrengzîb; Kuvvetim azdır. Ağabeyim Dara Şikûha karşı koyacak bir ordum yok. Ancak bu işi yüksek teveccüh ve himmetlerinizle başarabilirim dedi. Muhammed Masûm da (rahmetullahi aleyh) cevaben; Hiç korkma! Âyet-i kerîmede meâlen; Allâhü teâlânın izniyle, nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğa üstün gelmiştir buyruldu. (Bekara sûresi: 249) Allâhü teâlânın yardımı ile sen galip gelip, saltanatı elde edinceye kadar, ben Hindistana dönmeyeceğim. Biz hac farîzasını eda edip, mübarek yerleri de ziyaretten sonra, Hindistana dönünceye kadar, her şey bitecek ve saltanata geçeceksin buyurdu. Bu müjdeyi alan Evrengzîb, askerini topladı, konuşmaları ile şevke getirip, cesaretlerini arttırdı. İktidarı ele geçirip; Allâhü teâlânın dînine hizmet, müslümanlara da şefkat ve merhamet etmek için daha çok çalışmaya karar verdi.
Olup bitenlerden haberdâr olan Bengal valisi Şücâ ve Gücerât valisi Murâd-bahş kendilerini pâdişâh îlân ettiler. Evrengzîb ise; ordusunun gücünü ve taraftarlarını çoğaltmak için elinden geleni yapıyordu. Netîcede üç şehzade, orduları başında Agra üzerine yürüdüler.
Şehzadelerin orduları, bilâhare iki ayrı koldan yollarına devam etti. Doğuda Şücâ; güneybatıda birlikte hareket eden Evrengzîb ve Murâdbahş orduları vardı. Bu iki şehzadenin ortak hareketinde, kumandanlık dâima Evrengzîbde idi. Şah Cihan adına hareket eden Dara Şikûh, doğudan harekete geçen Şücâ üzerine, oğlu Süleyman Şikûh komutasında bir ordu gönderdi. Kendisi de, diğer iki kardeşiyle arasında çıkacak muharebeye hazırlandı.
Dara, Evrengzîb ordusuna karşı bir ordu yola çıkardı. Ordunun başına da Racput hükümdarlarından Marvar Racası Cesvent Singi tâyin etti. İki ordu, Ucceyinin yirmi kilometre kadar güneybatısında karşılaştı. Evrengzîb, 1658 senesi Nisan ayında bu orduyu yendi ve Agra üzerine yürümeye devam etti. Bu zafer, Darânın ordusundan bir çok bey ve erin Evrengzîbe katılmasına sebeb oldu. Bu muharebeden iki ay önce Süleyman Şikûh, amcası Şücânın ordusunu yenmesine rağmen, mesafenin çok uzak olmasından dolayı Agranın yardımına yetişemedi.
Cesvent Sing komutasındaki merkez ordusunun yenilgisi, Dârâyı tutan bâzı beyleri endişeye sürükledi. Çözüm yolları aramaya başladılar. Fakat kendine çok güvenen Dara Şikûh, karşısına çıkacak orduyu yeneceğine kesin gözüyle bakıyordu. Kuvvetinin çokluğuna bakarak hükümdar olmak istediğinden, bir an önce savaşmaya ve kardeşi Evrengzîbi yenmeye can atıyordu. Kesin vuruşma hazırlığı ile yeniden ordusuna çeki düzen verdi. Nihayet iki ordu Haziran 1658 (H. 1063)de Agra dolaylarındaki Samugarhda karşılaştı. Muhammed Masûm hazretlerinin duasını alan Evrengzîb, büyük bir tevekkül içinde, küçük ordusunu merkez ordusuna karşı sevk ve idare ediyordu. Her şey bu muharebede belli olacaktı. Her iki taraf da son gücünü kullanıyordu. Nihayet iki ordu karşılaştı. Dârânin bizzat idare ettiği ordusu dağılmaya başladı ve Dara kaçtı. Vuruşmada çok gayret göseren Murâd-bahş yaralandı. Bu esnada Şah Cihan ortaya çıkınca, hasta olmadığı ve Dârâyı başa geçirmek için böyle bir hîleye baş vurduğu anlaşıldı. Evrengzîb, 1658 yılının son aylarına doğru Agrayı aldı ve Bâbürlülerin altıncı hükümdarı olarak kırk yaşında tahta çıktı. Babası Şah Cihânı, Agra sarayından dışarı çıkarmadı vexjtüfh yılı olan 1666ya kadar sarayda tuttu.
Hindistandaki bu hâdiseler sırasında, Muhammed Masûm hazretleri, haccını eda ederek Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimizin huzûr-ı saadetlerine vardı. Murakabe esnasında Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme, Âlemgîr Şâha Hindistanda verdiği sözü arzedince, Resûlullah efendimiz; Saltanatı, Evrengzîbe ihsan eyledik buyurdu.
Muhammed Masûm (rahmetullahi aleyh) Hindistandan ayrıldıktan sonra kıtlık, veba ve saltanat mücâdeleleri halkı güç durumda bırakmıştı. Âlemgîr Şah, kısa zamanda devletin idaresini ele geçirerek duruma tamamen hâkim oldu. O sırada dünyâ incisi, Allah dostlarının sevgilisi Muhammed Masûm Fârûkîde hac farizasını yerine getirmiş, yüksek derecelere kavuşmuş, dönüş için hazırlık yapıyordu. Zâten Âlemgîr Şâhın zafer haberini de duymuştu. Tekrar Hindistana döndü. Âlemgîr Şah, karşılamak için yollara düştü. Çok hürmet ve tazimde bulundu ve başşehir Fîrûzâbâdda (Delhide) kalmasını istirham etti.
Muhammed Masûm (rahmetullahi aleyh), yüksek oğulları Muhyissünne Muhammed Seyfeddîni (rahmetullahi aleyh); Âlemgîr Şâha ilim öğretip, emr-i marûf yapmakla vazifelendirdi. Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh) Dehliye gelirken, şehrin girişinde fil ve arslan resimlerini gördü. Âlemgîr Şâha haber göndererek bunları ortadan kaldırmasını, aksi hâlde şehre girmeyeceğini bildirdi. Hemen emri yerine getirildi. Sultân Âlemgîr Şah, Muhammed Seyfeddîni sarayına alıp, talebesi olmakla şereflendi. Yaşının ilerlemesine rağmen, Kurân-ı kerîmi tamamen ezberledi. Arabça, Farsça, Urduca ve Türkçeyi çok güzel konuşur ve yazar hâle gelip, o mübarek zâtın sohbetlerihin bereketiyle olgunlaştı. Fıkıh ve diğer din bilgilerinde mütehassıs oldu. Ahlâkını, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin güzel ahlâkına benzetmeye; hareketlerini, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uydurmaya çalıştı. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip, Muhammed Masûm-i Fârûkî hazretlerinin halîfesi olmakla şereflendi. Hocası ve mürşidinin tavsiyeleriyle, Hindistanda yayılmış olan bir çok kötülükleri, bidat ve sapıklıkları devlet eliyle ortadan kaldırdı. Peygamber efendimizin unutulmuş sünnetlerinin yaygın şekilde ortaya çıkmasına vesîle oldu. Çevresindeki devlet adamları, vali ve kumandanlar, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip yerine getirmekle şereflendiler. Hindistanın her tarafında İslâmiyet yayılıp, müslümanlar kuvvetlendi. Azgın hindûlar hor ve hakîr oldular.
Muhyissünne Muhammed Seyfeddîn hazretleri, taht merkezi Fîrûzâbâdda (Delhi), insanlara nasîhat ediyor, cemâatine iştirak eden fâsıklar tövbekar olup, huzuruna gelen kâfirler îmânla şerefleniyorlardı. Yanlış gördüğü bir şeyi açıkça söyler, çekinmeden Allahü teâlânın emrini bildirirdi. Yine bir gün, saray bahçesinde gördüğü uygunsuz bir durumu, müdâhale ile ortadan kaldırttı. Bunu haber alan Sultan Âlemgîr Şah, Allahü teâlâya hamd edip; Benim saltanatım zamanında böyle kıymetli kullarını gönderdiğin için, sana şükürler olsun yâ Rabbî diyerek şükür secdesi yaptı. Bir defasında da oğlu Muhammed Azam Şah, Seyfeddîn hazretlerinin dergâhını ziyarete gitmişti. Seyfeddînin (r. aleyh) ilim ve feyzinden istifâde için toplanan cemâat, dergâhın içinden tâ dışarılara taşıyor, adetâ üst üste oturup, şevkle o mübarek zâtın sohbetini dinliyordu. Şehzade Muhammed Azam Şah, kalabalık arasından güçlükle geçti. Başından sarığı düştü. Seyfeddînin (rahmetullahi aleyh) duasını aldıktan sonra, babası Alemgîr Şâhın huzuruna çıkıp, hâli arzetti. Alemgîr Şah, kendi zamanında böyle kıymetli bir evliyanın bulunmasına ve halkının ona bu kadar îtibâr etmesine ziyadesiyle sevinip, Hak teâlâya şükretti.
Alemgîr Şah, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra memlekette sulh ve sükûnu sağladı. Müslim ve gayr-i müslim herkesin, huzur içinde yaşamasını temin etti. Zulüm ve kötülüklere, bidat ve sapıklıklara son verdi. Ayak altına düşme ihtimâline binâen, paralardaki Kelime-i şehâdet yazılarını kaldırdı. Ateşe tapan mecûsîlerin dînî bayramı olan Nevruz (21 Mart) ve Mihricangünlerinin müslümanlar tarafından resmî bayram olarak kutlanmasını yasakladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarının memleketin her tarafında tatbikinin kontrolü için, Molla İvaz Vecih isimli âlimi vazifelendirip, emrine müfettişler verdi. Molla Ivazın emirlerine aynen kendi emirleri gibi itaat edilmesini, memleketin her köşesindeki idarî âmirlere fermanlarla bildirdi. Memleketteki bütün cami ve dergâhları, eski ve yeni, cemâatli ve cemâatsız farkı gözetmeden tamir ettirip; imâm, müezzin ve hatîb tâyin etti. İslâmiyetin emr etmediği seksen çeşit vergiyi halktan kaldırdı. Müslüman ve kâfir herkesin gönlünü aldı. Böyle olduğu halde, hazîne zayıflaması gerekirken, zenginleşti.
Mekke ve Medînedeki Beytullahın ve Resûlullah efendimizin komşuları olan müslümanlara dağıtılmak üzere, her biri on bir gram gümüşten yapılan altı yüz altmış bin rupi gönderdi. Bu rupileri dağıtan heyet ancak beş yıl sonra Hindistana dönebildi. Memleketteki fakirlerin de sıkıntı çekmesine meydan vermemek için, çeşitli vesilelerle hayratta bulunurdu. Bilhassa Ramazan aylarında doksan bin rupi dağıttırırdı. Başta Agra olmak üzere Osmanlılardaki imaretin vazifesini gören Bulgurhâneler açtırdı. Yolcu ve misafirler için han ve kervansaraylar yaptırdı. İlim ve ilim ehline çok kıymet verip, talebelerin ve müderrislerin, vazifelerini rahat yapmaları için maaş verdi. Kitap yazıp eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırdı. Mükâfatlandırmalarla ilmi ve yayın faaliyetlerini teşvik etti. Din ve fen ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesine büyük gayret sarf etti.
Alemgîr Şah güvendiği adamlarını, memleketin her tarafına Vekîl-i Pâdişâhi ünvanıyla gönderip, halkın şikâyetlerinden haberdâr oldu. Tebeasının huzur ve saadet içinde yaşamasının temini için elinden geleni yaptı. Doğru yolda bulunan, doğru yolu gösteren âlimlere büyük îtibâr, hürmet gösterdi.
Alemgîr Şah, memleketin ileri gelen ulemâsından meydana getirdiği kalabalık bir heyete her türlü imkânları verip, büyük bir kütüphane kurarak Fetâvâ-yı Âlemgîriyye ve Fetâvâ-yı Hindiyye adları verilen kânun kitabını ve devletin anayasasını, Hanefî mezhebi hükümlerine göre hazırlattı. Bu hükümler, yetişen âdil kadılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi. Daha sonra aynı şey Mecelle ile Osmanlı Devletinde de yapıldı.
İnsanların huzuru için elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeyen Alemgîr Şah, halkı tarafından çok sevildi. Ona bir çok kerametler atfedilip, Alemgîr Zinde Pîr nâmıyla anıldı. Hindular, böyle bir sultânın dînine girmek için adetâ yarışıyorlardı. Kendi bâtıl dinlerini bırakıp, hak din olan İslâmiyeti seçmelerine teşvik için, bâzı imtiyazlar verdi. İşlerinden atılan gayr-i müslim devlet memûrları, müslüman olmaları şartıyla eski vazifelerine dönebileceklerdi. Mahkûmlar, müslüman oldukları takdirde serbest bırakılacaklardı. Bâzı makamlar, yeni müslüman olanlara hasr edildi.
İçerde huzur ve sükûnu temin eden Alemgîr Şah, Allahü teâlânın dînini yaymak, duymayan insanlara Hakkın dînini tebliğ etmek için, uzunluğu altı, genişliği iki aylık yol olan Tibet üzerine sefer açtı. Tibet kralına elçi gönderip; Ya müslümanlığı kabul edip kardeşimiz, ya cizye (haraç) verip vatandaşımız, veya harbe hazır ol! dedi. Kral, cizye vererek Alemgîr Şâhın vatandaşı olmayı tercih etti.
Tibette cami yapılıp, Alemgîr Şah adına hutbe okundu, para basıldı. Tibet seferi ile Gâzîlik ünvanını alan Alemgîr Şah, daha çok, kendi devletine zayıf bir şekilde bağlı olan bölgelerde Eshâb-ı kiram düşmanı sapık kimseler ve hindûlar üzerinde devletin nüfuzunu arttırmak ve Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraştı.
Âlemgîrin ilk fetihleri Hind-Pakistan yarımadasının doğu ucunda cereyan etti. Kuc-Bihar ve Assamın hindû idarecileri, taht mücâdelesi sırasında devletin zayıf durumundan faydalanarak buraları istilâ etmişlerdi. Alemgîr buraları geri aldı. İklimden kaynaklanan bazı zorluklara rağmen fetihler devam etti ve Assam ile Çitagongun yanında birçok racalıklar da, Âlemgîrin idaresine girdi. Çitagongun ismi, İslâmâbâd olarak değiştirildi. Şah Cihan zamanından beri müslümanların alâkasını cezbeden Bengal toprakları da fethedildi. Bu zengin memleketin gelirleri daha sonra Alemgîr Şâhın ordularının ana mâlî kaynağı oldu.