ACILI BİR ANNE, Acıları anlatmak (okumak) kolay, yaşamak zor diyordu; başka birinin trenin altında ezilmesine mani olurken vücudunun bazı parçalarını trene kaptıran kızından sonra... Evet, yaşamak zor. Kutsal metinler, dünyada bulunuşumuza imtihan diyorlar. Biliyoruz ki, imtihanlar zor geçer; arzuların tatmininden çok, başarıyı getiren bir çalışma temposunu salık verir imtihan duygusu.
Yaşamak daha zor; çünkü, hayat düz bir yol değil. Bulutlara değen dağların sürprizlerle dolu evreninden geçmek gibidir hayat. Sizi nereye götürdüğünü çok da fazla bilmediğiniz bir patikanın sonunda boşluğa düşebilirsiniz. Zaman zaman yolunuza çıkan kır çiçeklerinin büyüleyici görüntüsü yolculuğunuza heyecan katar gerçi, ama yolculuğunuzu güvenli kılmaz yine de. Kaygı devam eder, yüreğinizi yoklayıp durur.
Kaygı, yüzü ölüme dönük bir hayatın içine doğuşumuza ve kendimizi onlarla birlikte bulduğumuz herşeye anlam bulma duygusundan doğar. Daha doğrusu, insan kaygı duyar. Kendine eğilen, kendi üzerine düşünen insan... Ve ancak kaygılı olan, insan oluşu gerçekleştirebilir.
Küçük sevinçlere karışmak isteği ise, zoru olan bir hayattan kaçış anlamına geliyor. Burada güdüler baskındır; düşünen akıl ve hisseden kalb değil. Kır çiçeklerinin verdiği o büyülü heyecan durumunu sürekli kılan unsurlar, yol ve yolun sizi nereye götürdüğü meselesinin verdiği tedirginliği unutturur, sorun olmaktan çıkarır.
Yol ve yolculuğu zihninden kovalayan o serâzad gönülde kaygı uçup gider; anlam diye bir sorunu kalmaz.
Hayata bir değer bulmayı bırakmış (unutmuş), dolayısıyla kaygısız bir zihnin varlığından bahsedilebilir mi?
Varsa böyle birşey, bu, insan oluşu nasıl gerçekleştirecek?
Hayatı yaşamanın konuşmaktan daha zor olduğunu ifade etmeye çalışırken, konuşmanın da yaşamak kadar zor olduğunuitiraf ediyorumanlamış bulunuyorum. Hayat tarife gelmiyor, konuşmanın içine sığmıyor.
Sonuçta konuştuğumuz şey hayat değil, bizim hayatımızdır.
İçine doğulan hayatı bütünüyle kapsamayan bizim hayat konuşmaları, başkalarının hayat üzerine sorduğu soruların cevabını içerebilir mi?
Hiç kimse, içimizden doğan soruların cevabını tam olarak veremez; başkalarının cevapları sorularımızın karşılığı olmaz, acılarımızı dindirmez. Hayatın varsa bir büyüsü veya şarkısı, kişi kendi serüvenini yaşayarak ona ulaşabilir. Zira başkasının cevapları, kendi serüvenlerinin sonuçlarıdır.
Kendi hayatımızı başkalarının serüveninden okuyamayız.
Bu, başkasının hayatı, bize, hayata dair hiçbir şey söylemez anlamına gelmiyor. Hayat üzerine yapılan konuşma ve tariflerin bütününün sonuçta bir sınırlama olduğunu; bizi veya başkasını ilgilendirmeyen, ama hayata ait olan çok şeyi içermediğini söylemek istiyorum.
Şairin, ruhun fiyakası dediği acı, hayattan sökülüp atılabilir mi?
Mutluluk, trajik durumun koynunda büyüyen acıdan uzak bir diyarda mı yaşanır?
Şimdilerde kitabevlerinin raflarını, mutlu olmanın yollarını anlatan kitaplar süslüyor. İnsanlara reçete sunuyorlar madde madde. Formülleştiriyorlar herşeyi.
Mümkün mü, o çok şeyin yedeğinde yaşamak? Hayat buna müsaade eder mi? Hayat sığar mı onlara?
Hayat haylaz bir çocuk, delişmen bir delikanlı, pır pır uçuşan bir yürek gibidir; talimatnamelerden oldum olası sıkılıyor. Ona sınır çizmeye kalktığınız her seferinde canlılığını yitirdiğini, yüzündeki tebessümün kaçtığını, somurtmaya başladığını, heyecanını kaybettiğini görürsünüz. Onu kendi hâline bıraktığınızda da başınıza belalar açar; sevinçlerin, coşkuların ardından bir sürü kötünün geldiğine şahit olursunuz.
Bir çıkmaz bu... Trajedi...
Modern psikolojiye eleştiri getirenler diyorlar ki; modern psikoloji, hayatı yaşanacak birşey olmaktan çıkarıp tedavi edilecek birşeye dönüştürmüş. Zıtlık ve karşıtlıkla (iyi ve kötünün biraradalığı) mümkün olabilen hayat, büyülü yaşantıları geliştirirken, aynı zamanda büyük acılara da sebep oluyor. Modern psikoloji bu durumu, en azından acılara sebep olan kötüyü sonuçlandırmaya çalışıyor. Oysa hayatta bizi bu kadar heyecanlandıran, bu derece şaşırtan, elemin ardında sevinçle tanıştıran şey, hayatın çeşitlilik ve karşıtlık durumudur.
Devamla diyorlar ki; hayatı kötüden kurtarmaya çalıştıkça, hayatı ortadan kaldırıyoruz. Hayat olması gereken kıvamdadır, çünkü hayatın Sahibi onu böyle öngörmüş.
Bize düşen şey, hayatı tedavi etmek değil, onu yaşamaktır.
Acılarına ve sevinçlerine olduğu gibi açılmak... Hayatın bütününe açıldığımızda, herşeyiyle yüreğimize ve zihnimize dokunur; acılarının içinde büyük sırlar sakladığını hisseder ve anlarız.
Nihat Dağlı
Yaşamak daha zor; çünkü, hayat düz bir yol değil. Bulutlara değen dağların sürprizlerle dolu evreninden geçmek gibidir hayat. Sizi nereye götürdüğünü çok da fazla bilmediğiniz bir patikanın sonunda boşluğa düşebilirsiniz. Zaman zaman yolunuza çıkan kır çiçeklerinin büyüleyici görüntüsü yolculuğunuza heyecan katar gerçi, ama yolculuğunuzu güvenli kılmaz yine de. Kaygı devam eder, yüreğinizi yoklayıp durur.
Kaygı, yüzü ölüme dönük bir hayatın içine doğuşumuza ve kendimizi onlarla birlikte bulduğumuz herşeye anlam bulma duygusundan doğar. Daha doğrusu, insan kaygı duyar. Kendine eğilen, kendi üzerine düşünen insan... Ve ancak kaygılı olan, insan oluşu gerçekleştirebilir.
Küçük sevinçlere karışmak isteği ise, zoru olan bir hayattan kaçış anlamına geliyor. Burada güdüler baskındır; düşünen akıl ve hisseden kalb değil. Kır çiçeklerinin verdiği o büyülü heyecan durumunu sürekli kılan unsurlar, yol ve yolun sizi nereye götürdüğü meselesinin verdiği tedirginliği unutturur, sorun olmaktan çıkarır.
Yol ve yolculuğu zihninden kovalayan o serâzad gönülde kaygı uçup gider; anlam diye bir sorunu kalmaz.
Hayata bir değer bulmayı bırakmış (unutmuş), dolayısıyla kaygısız bir zihnin varlığından bahsedilebilir mi?
Varsa böyle birşey, bu, insan oluşu nasıl gerçekleştirecek?
Hayatı yaşamanın konuşmaktan daha zor olduğunu ifade etmeye çalışırken, konuşmanın da yaşamak kadar zor olduğunuitiraf ediyorumanlamış bulunuyorum. Hayat tarife gelmiyor, konuşmanın içine sığmıyor.
Sonuçta konuştuğumuz şey hayat değil, bizim hayatımızdır.
İçine doğulan hayatı bütünüyle kapsamayan bizim hayat konuşmaları, başkalarının hayat üzerine sorduğu soruların cevabını içerebilir mi?
Hiç kimse, içimizden doğan soruların cevabını tam olarak veremez; başkalarının cevapları sorularımızın karşılığı olmaz, acılarımızı dindirmez. Hayatın varsa bir büyüsü veya şarkısı, kişi kendi serüvenini yaşayarak ona ulaşabilir. Zira başkasının cevapları, kendi serüvenlerinin sonuçlarıdır.
Kendi hayatımızı başkalarının serüveninden okuyamayız.
Bu, başkasının hayatı, bize, hayata dair hiçbir şey söylemez anlamına gelmiyor. Hayat üzerine yapılan konuşma ve tariflerin bütününün sonuçta bir sınırlama olduğunu; bizi veya başkasını ilgilendirmeyen, ama hayata ait olan çok şeyi içermediğini söylemek istiyorum.
Şairin, ruhun fiyakası dediği acı, hayattan sökülüp atılabilir mi?
Mutluluk, trajik durumun koynunda büyüyen acıdan uzak bir diyarda mı yaşanır?
Şimdilerde kitabevlerinin raflarını, mutlu olmanın yollarını anlatan kitaplar süslüyor. İnsanlara reçete sunuyorlar madde madde. Formülleştiriyorlar herşeyi.
Mümkün mü, o çok şeyin yedeğinde yaşamak? Hayat buna müsaade eder mi? Hayat sığar mı onlara?
Hayat haylaz bir çocuk, delişmen bir delikanlı, pır pır uçuşan bir yürek gibidir; talimatnamelerden oldum olası sıkılıyor. Ona sınır çizmeye kalktığınız her seferinde canlılığını yitirdiğini, yüzündeki tebessümün kaçtığını, somurtmaya başladığını, heyecanını kaybettiğini görürsünüz. Onu kendi hâline bıraktığınızda da başınıza belalar açar; sevinçlerin, coşkuların ardından bir sürü kötünün geldiğine şahit olursunuz.
Bir çıkmaz bu... Trajedi...
Modern psikolojiye eleştiri getirenler diyorlar ki; modern psikoloji, hayatı yaşanacak birşey olmaktan çıkarıp tedavi edilecek birşeye dönüştürmüş. Zıtlık ve karşıtlıkla (iyi ve kötünün biraradalığı) mümkün olabilen hayat, büyülü yaşantıları geliştirirken, aynı zamanda büyük acılara da sebep oluyor. Modern psikoloji bu durumu, en azından acılara sebep olan kötüyü sonuçlandırmaya çalışıyor. Oysa hayatta bizi bu kadar heyecanlandıran, bu derece şaşırtan, elemin ardında sevinçle tanıştıran şey, hayatın çeşitlilik ve karşıtlık durumudur.
Devamla diyorlar ki; hayatı kötüden kurtarmaya çalıştıkça, hayatı ortadan kaldırıyoruz. Hayat olması gereken kıvamdadır, çünkü hayatın Sahibi onu böyle öngörmüş.
Bize düşen şey, hayatı tedavi etmek değil, onu yaşamaktır.
Acılarına ve sevinçlerine olduğu gibi açılmak... Hayatın bütününe açıldığımızda, herşeyiyle yüreğimize ve zihnimize dokunur; acılarının içinde büyük sırlar sakladığını hisseder ve anlarız.
Nihat Dağlı