Fıkıh Usulünün Mertebesi ve Diğer İlimlere Nisbeti

Ali

Sp Kullanıcı
15 Eyl 2017
5,923
10,679
Fıkıh Usulünün Mertebesi ve Diğer İlimlere Nisbeti:

İlimler tıp, matematik, hendese gibi 'aklî'; kelam, fıkıh, fıkıh usuiü, hadîs, tefsir ve bâtın ilmi yani kalp ve kalbi kötü huylardan arındırma ilmi gibi 'dînî' olmak üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler bizim maksadımız değildir.

Gerek aklî gerekse dinî ilimler kendi içerisinde 'küllî' ve 'cüz'î' kısımlarına ayrılır. Kelam ilmi, dinî ilimler içerisinde 'küllî ilim', diğerleri 'cüz'î ilimler'dir. Çünkü müfessir yalnızca Kitâb'ın anlamı, muhaddis yalnızca hadisin sübut yolu, fakih yalnızca mükelleflerin fiillerinin hükümleri, usulcü yalnızca hükümlerin delilleri, mütekellim (kelama) ise en genel şey yani "varolan" (mevcûd) üzerinde (1,6) düşünür ve onu inceler.
Kelama varolanı önce 'kadîm (öncesiz)' ve 'hadis (önceli, sonradan olan)' olmak üzere ikiye ayırır. Sonra, sonradan olanı (muhdes) 'cevher' ve 'araz' ola*rak bölümler. Daha sonra arazı, kendisinde hayat, ilim, irâde, kudret, işitme ve görmenin şart olduğu araz ve renk, koku ve tad gibi, bu şartlara İhtiyacı olmayan araz şeklinde ikiye ayınr. Cevher'i de hayvan, bitki ve cansız olmak üzere üç kıs*ma ayırır ve bunların türlere veya arazlara göre değişimini açıklar.

Kelama daha sonra kadîm'i inceler ve kadîm'in çoğalmadığını, sonradan va*rolanlar gibi kısımlara ayrılmayıp, tam tersine, onun tek olması ve kendisi için zorunlu (vâcib) vasıflarla, imkansız işlerle ve mümkün (caiz) hükümlerle, sonra*dan olan şeylerden ayrılması gerektiğini açıklar. Bu arakla kadîm açısından 'caiz', 'vâcib' ve 'imkansız* arasındaki farkı belirtir.

Kelamcı daha sonra, fiilin kadîm için asıl itibariyle mümkün olduğunu, âlemin de kadîm'in mümkün bir fiili olduğunu, mümkün olması itibariyle âlemin bir meydana getiriciye (muhdis) ihtiyaç duyduğunu; aynı şekilde elçiler gönder*menin kadîmin mümkün fiilleri arasında olduğunu, kadîmin buna ve elçilerin doğruluğunu mucizelerle göstermeye muktedir olduğunu ve bu mümkünün vaki olduğunu açıklar.İşte bu noktadan itibaren kelamcının sözü biter ve aklın işlevi sona erer. As*lında akıl, peygamberin doğruluğuna delalet eder, fakat sonra kendini azlederek, peygamberin Allah, ahiret ve aklın tek başına idrak edemeyeceği fakat aynı zamanda imkansızlığına da hükmedemeyeceği benzeri1 konular hakkında söylediği şeyleri kabul ettiğini itiraf eder.

Nitekim Şer', aklın tek başına idrak hususunda yetersiz kalacağı bazı şeyleri getirmiştir. Zira akıl, tâat'ın ahirette mutluluk sebebi, ma'siyet'in mutsuzluk sebe*bi olacağını tek başına idrak edemez. Bununla birlikte bunların imkansızlığına da hükmedenıc/.. Aktl, mucizenin doğruladığı şeylerin doğrulanması gerektiğine hükmeder ve ondan gelen haberi bu yolla tasdik eder. İşte kelam ilminin içeriğini oluşturan konular bunlardır.Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; mütekellimin inceleme ve araştırması, öncelikle en genel şey'den yani mevcûd'dan başlayıp detaya doğru iner. Bu detay içerisinde, diğer dini ilimlerin Kitâb, Sünnet ve Peygamberin doğruluğu gibi il*kelerini ortaya koyar.Bu noktadan sonra müfessir, mütekellimin inceleme alanına giren şeyler ara*sından özel birini yani Kitâb'ı alır ve onun tcfsiriyle uğraşır. Muhaddis, mütekei-limİn inceleme alanına giren şeyler arasından özel birini yani Sünnet'i alır ve bu*nun sübûl yollarını araştırır.

Fakîh bunlar arasından özel birini, yani mükellefin fiilini alır ve bu fiilin 'vücûb', 'hazr' ve 'ibâha' yönlerinden Şer'in hitabına olan nisbetini inceler. Usulcü, özel birini yani mütekeilim tarafından doğru söylediği isbatlanan peygamberin sözünü alır ve bunun hükme delalet yönünü inceler, ki bu delalet ya sözün lafzı ile, ya mefhumu ile veya manasından aklen anlaşılma ve istİnbat edilme şeklinde olmaktadır. Usulcünün inceleme ve araştırması, Hz. Pey-gamber'in söz ve fiillerinin dışına çıkmaz. Kitâb da zaten Hz. Peygamber'den işi*tilmiş ve İcmâ O'nun sözüyle sabit olmuştur.

Buna göre deliller Kitâb, Sünnet ve icmâ'dan ibarettir.
Hz. Peygamber'in sözünün doğruluğu ve hüccet oluşu kelâm ilminde sabit olur. Öyleyse kelam ilmi bütün dini ilimlerin ilkelerini (mebâdî) isbat görevini rj 71 yüklenmiş olmaktadır. Bütün dini ilimler kelam ilmine nîsbelle 'cüzT dir. Kelam ilmi ise rütbece en yüksek ilimdir. Zira bu cüz'î ilimlere kelam ilminden inilmek*tedir.

Bu noktadan hareketle usulcü, fakîh, müfessir ve muhaddisin kelam ilmini tahsil etmiş olmalarının şart olduğu, çünkü bu âlimlerin en yüksek olan küllî il*mi halletmeden, cüz'î ilimlere inmelerinin mümkün olmadığı söylenebilir.

Buna cevab olarak deriz ki; her ne kadar keİam ilmini de tahsil etmiş olmak, dini ilimlerle donanmış mutlak bir alim olmak için şart olsa da, usulcü, fakih, müfessir veya muhaddis olabilmek için kelam ilmini tahsil etmiş olmak şart de*ğildir. Şöyle ki, her bir cüz'i ilmin bünyesinde, taklid yoluyla Önceden kabul edi*len ve sübutunun kanıtı başka bir ilimde aranan birtakım ilkeler vardır.

Fakih, mükellefin fiilinin Şer'in hitabına nisbetini inceler; mükelleflerin ihtiyarî fiillerinin bulunduğunu isbat hususunda kanıt getirmek onun görevi de-fildir. Cebrİyye fırkası, insan fiilini inkar etmiş, kimileri de, fiil de bir araz oldu*ğu halde arazların varlığını inkar etmiştir.

Aynı şekilde Şer'in hitabının sübutuna ve Allah'ın, kendi zatıyla kaim emir ve nehiy şeklinde bir kelamı olduğuna kesin delil getirmek de fakihin görevi de*ğildir. Fakat fakih, hitabın Allah'tan, fiilin mükelleften sabit olduğunu taklid yo*luyla önkabul seklinde alır ve fiilin hitaba nîsbetini inceler. Bu suretle fıkıh ilmi*nin nihai fonksiyonunu yerine getirmiş olur.

Usulcü de, aynı şekilde Peygamber sözünün hüccet olduğunu ve bunun, doğ*ruluğu zorunlu bir delil olduğunu mütekellimden taklid yoluyla alır; sonra bunun delalet yönlerini ve sıhhat şartlarını inceler.
Görülüyor ki, cüz'i ilimlerden biriyle uğraşan her alim, uğraştığı ilmin pren*sipleri konusunda doğal olarak taklitçidir. Ancak alim, en yüksek ilme yüksele*cek olursa artık taklitçi olmaz, fakat bu defa da uğraştığt ilmin sınırlarını aşıp, başka bir ilmin alanına girmiş olur.(El-Mustasfa/imam Gazali)
 

Son mesajlar