Fıkıh Usulünün Tarihçesi
Fıkıh usulünün tarihçesine geçmeden önce, Kur'an'ı anlama ve yorumlama yönünde oluşan disiplinlere, tarihsel olarak, bir göz atmakta yarar vardır.
Kur'an'ı anlama ve yorumlama işi, başlangıçta 'fıkıh' olarak ortaya çıkmış*tır. Fıkıh sözcüğünün, gerek Kur'an'dakİ, gerekse Sünnetteki bazı kullanımları, bu tesbiti doğrular mahiyettedir. Tevbe suresi 122. ayette "Müminlerin hepsinin birden savaşa koşuşması gerekli değildir; içlerinden birkısmı geride kalıp, dinde fıkıh sahibi olmaya çalışsınlar ve savaşa gidip döndüklerinde, diğerlerini inzar etsinler"denilmektedir. Hz. Peygamber de, "Allah kime hayır murad ederse dinde fıkıh sahibi yapar" ve Ibn Abbas için yaptığı bir duada "Allahım bunu dinde fikıh sahibi yap demiştir. Buna göre, sözlük anlamı itibariyle, anlamak ve kavra*mak olan fıkıh sözcüğü'yukarıdaki ayet ve hadislerdeki kullanımlarının bir so*nucu olarak, bütün olarak dini, daha doğru bir deyimle Kur'an'ı anlamak anla*mında olup, daha sonra fıkıh adıyla ortaya çıkacak özel disiplinin adı değildir. Yine bu tesbiti desteklemek üzere, Ebu Hanife'nin, fıkhı; -inanç, ahlak, ibadet, hukuk konularını da içine alacak bir içerikle- 'Kişinin lehine ve aleyhine olanı bilmesidir' diye tanımladığını ve daha ziyade inanç konularına dair yazdığı eserine *el-Fıkh'l-Ekber' adını verdiği hatırlanabilir. Başlangıçtaki durum bu olmak*la birlikte, sonraları gitgide, Kuran "m içerdiği farklı konular etrafında çeşitli ilmî disiplinler oluşmaya başlamıştır.
Benzetmek yerindeyse, tıpkı felsefenin başta küllî bir ilim iken, gitgide fel*sefe içerisinden, ilimlerin bağımsızlık kazandığı gibi, dini anlamak ve kavramak anlamındaki 'fıkıh' deyimi de, ilk zamanlarda, daha sonra ayrılacak akaid, tefsir, ahlak (tasavvuf) vb. gibi ilmi branşları içine alacak şekilde küllî bir içerik taşı*makladır. Bu noktadan hareketle, tüm İslam bilimlerinin, bu küllî anlamdaki fı-kıh'tan ayrılıp, belli oranda bağımsız birer disiplin haline geldikleri söylenebilir. Başlangıçta, akaid ve ahlak (tasavvuf) da fıkıh kapsamında düşünüldüğü halde, bunlar zamanla bağımsız birer disiplin haline gelmişlerdir. Genel çerçeve içeri*sindeki birlik ve bütünlük bozulmadığı sürece bu ayrılmalar, Kur'an'ın içeriğinin netleşmesi ve daha derinlemesine kavranması bakımından yararlı sayılabilir. Özetle söylemek gerekirse, fıkıh, başlangıçta, *dinin kavranması' içeriğini taşı*makta olup, dinin temel kaynağı da Allah'ın Kitabı olunca, fıkıh, Kur'an'ın anla*şılması ve yorumlanması çabası olarak değerlendirilebilir. Zaman bakımından, daha sonra oluşan kelam, tefsir ve hadis gibi disiplinler, görünüşte müstakil gibi görünseler de, gerçekte, küllî anlamdaki fıkhın, yardımcı alt dallarıdır. Akaid il*mine, küllî ilim vasfı yüklenip, diğer yan dallar bağımsız birer disiplin olarak ge*lişmeye başlayınca 'fıkıh ilmi' de, özel bir. disiplin halini almıştır.
Bu sürecin yaklaşık olarak müetehid imamlar döneminden itibaren tamam*lanmaya başladığı söylenebilir. Bu dönemde müetehidler, kendilerine mahsus yorum yöntemleri oluşturmaya başladılar. Bu dönemden Öncesinde^ugün bizim anladığımız manada bir fıkıh usulünden bahsedilmez. Fakat bu, öncekilerin (sa*habe ve tabiun fakihleri) bir delil anlayışlarının ve yorum yöntemlerinin olmadığı anlamına gelmez. Nitekim Muaz b. Cebel'in 'Öncelikle Kitâb (Kur'an) ile, bura*da yoksa Sünnet ile hüküm veririm. Bu ikisinde de bulamazsam ictİhad ederim (meseleyi çözümsüz bırakmam)' şeklindeki Hz. Peygamberin tasvibini kazanan sözleri, daha Hz. Peygamber zamanında bir deliller hiyerarşisinin ve -her ne ka*dar esasları ve terminolojisi açıklanmış değilse de- yorum yöntemi anlayışının varlığını göstermektedir. Biz, Muaz'ın 'ietihad ederim' sözünü, sonraki dönemler*de oluşturulan tüm yorum yöntemlerini içine alabilecek bir genişlikte anlıyoruz. Bu itibarla müetehid imamların istihsân, ıstıslâh, sedd-İ zerîa, Medine halkının amelî vb. gibi adlarla kullandıkları yorum yöntemlerinin, hatta Sünnetin sübut ve kabul şartlarına ilişkin anlayışlarının çekirdek olarak sahabe ve tabiun uygulama*larında -daha da geriye götürülebilir- bulunduğunu söylüyoruz. Müetehid imam*ların, belli tabiun ve sahabe guruplarına nisbet edilmesi de bu yüzden olsa gerek*tir.Muctehid imamlar dönemine gelindiğinde, istinbat ve istidlalin objektif esaslarının tesbiti bir ihtiyaç olarak kendini göstermeye başlamıştır.
Bunun sosyo-psikolojik sebepleri üzerinde durmayacağız. Şu kadarını belirtelim ki, ob*jektif metodoloji (deliller anlayışı ve yorum sistemi), yapılan çıkarımların ve or*taya konulan kanaatlerin kabulünün bir önşartı olduğu gibi aynı zamanda sapma*ların ve spekülasyonların, bir ölçüde, freni olmuş ve bu sayede keyfi hüküm ver*menin önüne geçilmiş, ya da hiç değilse, keyfi hükümlerin değerlendirileceği bir ölçü, kriter görevini üstlenmiştir.
Fıkıh usulünün, birbirinden farklı birkaç tanımı bulunmaktadır. Fıkıh usu*lünün, lafzî tanımı, 'fıkhın delilleri" şeklindedir. Tabiatıyla bu tanım, -en azından metodolojiye değinmediği için- fıkıh usulünün muhtevasına uygun düşmemekte*dir Bâcî'nin 'şer'î hükümleri bilmenin, kendisi üzerine bina edildiği temeller' şeklindeki fıkıh usulü tanımı da bu tanımla hemen hemen aynıdır.
Yaygın tanıma göre fıkıh usulü; şer'î fer'î hükümleri, tafsîlî (ayrıntılı) delillerinden istinbata yarayan kuralları bilmektir.Bu tanım da yeterli değildir. Çün*kü bu tanım, -fıkh'ın; şer'î ferî hükümleri, 'istidlal yoluyla' tafsili delilerinden ha*reketle bilmek şeklinde tarif edildiği hatırlanacak olursa- usulcü ve fakihin faali*yet alanını ayırmaktan uzak görünmekledir. Çünkü netice itibariyle fakîh de is-tinbat yapabilmek için söz konusu kuralları bilmek durumundadır. Sonuç itiba*riyle fakih ve usulcünün faaliyet alanı birbirine karışmaktadır. Öyle sanıyorum ki bu tanımda delillerin (icmalî deliller) zikredilmemesinin nedeni, delillerin zaten bilindiği ve kabul edildiği varsayımı ya da belki de delilleri belirleme ve isbat işi*nin kelam ilmine ait olduğu düşüncesidir.Diğer bir tanıma göre fıkıh usulü; hükümlerin delillerini (=Kitâh, Sünnet ve icmâ') -bunların sabit olma yollarını, sıhhat şartlarını- ve hükümlere delalet yönlerini bilmekten ibarettir. Bizce bu tanım yukarıda verilen iki tanımdaki ek*siklikleri nisbeten gidermektedir. Ancak tanımda geçen 'bilmek' sözcüğü usulcü*nün misyonu ve fıkıh usulünün fonksiyonu açısından kanaatimizce biraz hafif kalmaktadır. Bu itibarla tanımdaki 'bilmek' sözcüğü yerine 'belirlemek' sözcüğü*nün getirilmesi ve tanıma delillerin de dahil edilmesi uygun gözükmektedir.
Fıkıh usulünün tarihçesine geçmeden önce, Kur'an'ı anlama ve yorumlama yönünde oluşan disiplinlere, tarihsel olarak, bir göz atmakta yarar vardır.
Kur'an'ı anlama ve yorumlama işi, başlangıçta 'fıkıh' olarak ortaya çıkmış*tır. Fıkıh sözcüğünün, gerek Kur'an'dakİ, gerekse Sünnetteki bazı kullanımları, bu tesbiti doğrular mahiyettedir. Tevbe suresi 122. ayette "Müminlerin hepsinin birden savaşa koşuşması gerekli değildir; içlerinden birkısmı geride kalıp, dinde fıkıh sahibi olmaya çalışsınlar ve savaşa gidip döndüklerinde, diğerlerini inzar etsinler"denilmektedir. Hz. Peygamber de, "Allah kime hayır murad ederse dinde fıkıh sahibi yapar" ve Ibn Abbas için yaptığı bir duada "Allahım bunu dinde fikıh sahibi yap demiştir. Buna göre, sözlük anlamı itibariyle, anlamak ve kavra*mak olan fıkıh sözcüğü'yukarıdaki ayet ve hadislerdeki kullanımlarının bir so*nucu olarak, bütün olarak dini, daha doğru bir deyimle Kur'an'ı anlamak anla*mında olup, daha sonra fıkıh adıyla ortaya çıkacak özel disiplinin adı değildir. Yine bu tesbiti desteklemek üzere, Ebu Hanife'nin, fıkhı; -inanç, ahlak, ibadet, hukuk konularını da içine alacak bir içerikle- 'Kişinin lehine ve aleyhine olanı bilmesidir' diye tanımladığını ve daha ziyade inanç konularına dair yazdığı eserine *el-Fıkh'l-Ekber' adını verdiği hatırlanabilir. Başlangıçtaki durum bu olmak*la birlikte, sonraları gitgide, Kuran "m içerdiği farklı konular etrafında çeşitli ilmî disiplinler oluşmaya başlamıştır.
Benzetmek yerindeyse, tıpkı felsefenin başta küllî bir ilim iken, gitgide fel*sefe içerisinden, ilimlerin bağımsızlık kazandığı gibi, dini anlamak ve kavramak anlamındaki 'fıkıh' deyimi de, ilk zamanlarda, daha sonra ayrılacak akaid, tefsir, ahlak (tasavvuf) vb. gibi ilmi branşları içine alacak şekilde küllî bir içerik taşı*makladır. Bu noktadan hareketle, tüm İslam bilimlerinin, bu küllî anlamdaki fı-kıh'tan ayrılıp, belli oranda bağımsız birer disiplin haline geldikleri söylenebilir. Başlangıçta, akaid ve ahlak (tasavvuf) da fıkıh kapsamında düşünüldüğü halde, bunlar zamanla bağımsız birer disiplin haline gelmişlerdir. Genel çerçeve içeri*sindeki birlik ve bütünlük bozulmadığı sürece bu ayrılmalar, Kur'an'ın içeriğinin netleşmesi ve daha derinlemesine kavranması bakımından yararlı sayılabilir. Özetle söylemek gerekirse, fıkıh, başlangıçta, *dinin kavranması' içeriğini taşı*makta olup, dinin temel kaynağı da Allah'ın Kitabı olunca, fıkıh, Kur'an'ın anla*şılması ve yorumlanması çabası olarak değerlendirilebilir. Zaman bakımından, daha sonra oluşan kelam, tefsir ve hadis gibi disiplinler, görünüşte müstakil gibi görünseler de, gerçekte, küllî anlamdaki fıkhın, yardımcı alt dallarıdır. Akaid il*mine, küllî ilim vasfı yüklenip, diğer yan dallar bağımsız birer disiplin olarak ge*lişmeye başlayınca 'fıkıh ilmi' de, özel bir. disiplin halini almıştır.
Bu sürecin yaklaşık olarak müetehid imamlar döneminden itibaren tamam*lanmaya başladığı söylenebilir. Bu dönemde müetehidler, kendilerine mahsus yorum yöntemleri oluşturmaya başladılar. Bu dönemden Öncesinde^ugün bizim anladığımız manada bir fıkıh usulünden bahsedilmez. Fakat bu, öncekilerin (sa*habe ve tabiun fakihleri) bir delil anlayışlarının ve yorum yöntemlerinin olmadığı anlamına gelmez. Nitekim Muaz b. Cebel'in 'Öncelikle Kitâb (Kur'an) ile, bura*da yoksa Sünnet ile hüküm veririm. Bu ikisinde de bulamazsam ictİhad ederim (meseleyi çözümsüz bırakmam)' şeklindeki Hz. Peygamberin tasvibini kazanan sözleri, daha Hz. Peygamber zamanında bir deliller hiyerarşisinin ve -her ne ka*dar esasları ve terminolojisi açıklanmış değilse de- yorum yöntemi anlayışının varlığını göstermektedir. Biz, Muaz'ın 'ietihad ederim' sözünü, sonraki dönemler*de oluşturulan tüm yorum yöntemlerini içine alabilecek bir genişlikte anlıyoruz. Bu itibarla müetehid imamların istihsân, ıstıslâh, sedd-İ zerîa, Medine halkının amelî vb. gibi adlarla kullandıkları yorum yöntemlerinin, hatta Sünnetin sübut ve kabul şartlarına ilişkin anlayışlarının çekirdek olarak sahabe ve tabiun uygulama*larında -daha da geriye götürülebilir- bulunduğunu söylüyoruz. Müetehid imam*ların, belli tabiun ve sahabe guruplarına nisbet edilmesi de bu yüzden olsa gerek*tir.Muctehid imamlar dönemine gelindiğinde, istinbat ve istidlalin objektif esaslarının tesbiti bir ihtiyaç olarak kendini göstermeye başlamıştır.
Bunun sosyo-psikolojik sebepleri üzerinde durmayacağız. Şu kadarını belirtelim ki, ob*jektif metodoloji (deliller anlayışı ve yorum sistemi), yapılan çıkarımların ve or*taya konulan kanaatlerin kabulünün bir önşartı olduğu gibi aynı zamanda sapma*ların ve spekülasyonların, bir ölçüde, freni olmuş ve bu sayede keyfi hüküm ver*menin önüne geçilmiş, ya da hiç değilse, keyfi hükümlerin değerlendirileceği bir ölçü, kriter görevini üstlenmiştir.
Fıkıh usulünün, birbirinden farklı birkaç tanımı bulunmaktadır. Fıkıh usu*lünün, lafzî tanımı, 'fıkhın delilleri" şeklindedir. Tabiatıyla bu tanım, -en azından metodolojiye değinmediği için- fıkıh usulünün muhtevasına uygun düşmemekte*dir Bâcî'nin 'şer'î hükümleri bilmenin, kendisi üzerine bina edildiği temeller' şeklindeki fıkıh usulü tanımı da bu tanımla hemen hemen aynıdır.
Yaygın tanıma göre fıkıh usulü; şer'î fer'î hükümleri, tafsîlî (ayrıntılı) delillerinden istinbata yarayan kuralları bilmektir.Bu tanım da yeterli değildir. Çün*kü bu tanım, -fıkh'ın; şer'î ferî hükümleri, 'istidlal yoluyla' tafsili delilerinden ha*reketle bilmek şeklinde tarif edildiği hatırlanacak olursa- usulcü ve fakihin faali*yet alanını ayırmaktan uzak görünmekledir. Çünkü netice itibariyle fakîh de is-tinbat yapabilmek için söz konusu kuralları bilmek durumundadır. Sonuç itiba*riyle fakih ve usulcünün faaliyet alanı birbirine karışmaktadır. Öyle sanıyorum ki bu tanımda delillerin (icmalî deliller) zikredilmemesinin nedeni, delillerin zaten bilindiği ve kabul edildiği varsayımı ya da belki de delilleri belirleme ve isbat işi*nin kelam ilmine ait olduğu düşüncesidir.Diğer bir tanıma göre fıkıh usulü; hükümlerin delillerini (=Kitâh, Sünnet ve icmâ') -bunların sabit olma yollarını, sıhhat şartlarını- ve hükümlere delalet yönlerini bilmekten ibarettir. Bizce bu tanım yukarıda verilen iki tanımdaki ek*siklikleri nisbeten gidermektedir. Ancak tanımda geçen 'bilmek' sözcüğü usulcü*nün misyonu ve fıkıh usulünün fonksiyonu açısından kanaatimizce biraz hafif kalmaktadır. Bu itibarla tanımdaki 'bilmek' sözcüğü yerine 'belirlemek' sözcüğü*nün getirilmesi ve tanıma delillerin de dahil edilmesi uygun gözükmektedir.