İnsanlar yönlerini zor bulur, çabuk kaybederler. Yaptıkları yolculukta, geldikleri yerin neresi olduğunu, nereye doğru gideceklerini, kendilerini hangi zorlukların beklediğini bilmek isterler. Her gün yaşadıkları olayları yorumlamak ve manalandırmak ihtiyacı hissederler. İşte bunları insanlara anlatacak olan liderdir. İnsanlar liderlerine bakarak yön bulur; onunla özdeşleşir ve onun ayak izlerini takip ederler. Lider devre dışı kalırsa rota kaybolur!
Otuz adam ormanda yol açıyorlardı. Liderleri ise bir ağacın tepesinde onlara rota çiziyor yol gösteriyordu. Alttakiler bir ara açılması daha kolay fakat yanlış bir yöne doğru saptılar. Tepedeki adam bağırarak gittikleri istikametin yanlış olduğunu belirtti. Aşağıdakiler yukarıda rahat oturuyor gördükleri adamı, "sen işine bak biz doğru yoldayız" diyerek terslediler.
Evet yoruluyorlardı. Evet koca koca ağaçları kesip yoldan kaldırıp kenara alıyorlardı. Evet ter döküyorlardı. Ancak yanlış yola girmişlerdi.
Ne kadar yorulsalar, ne kadar ter akıtsalar, ne kadar gayret gösterseler sonuç değişmeyecekti. Sonunda mutlaka yanlış bir noktaya varacaklardı ve asla hedefe ulaşamayacaklardı.
Zira lider devre dışı bırakılmıştı. Artık darbe gerçekleşmiş sadece burnunun ucunu görebilen adamlar rota çizer olmuştu. Ufuk ve vizyon sahibi, tepeden dünyayı seyreden tehlikeleri gören, sezen ve bilen adam devre dışı bırakılmıştı.
İşte II. Abdülhamid Han ile İttihatçı ekibin hâli bana ormandaki adamların ilerleyiş kıssasını hatırlatır. Lideri devre dışı bırakmışlardır. Gömleğin birinci düğmesi yanlış iliklenmiştir veya yanlış bir yola sapılmıştır. Artık doğru hedefe ulaşılması imkânsızdır. Ter akıtmaları, samimiyetleri ve görülmemiş mücadeleleri ülkeyi felaketten asla kurtaramayacaktır.
Tabiat boşluk bırakmaz. Bir milleti yok etmek isteyenler de o milleti önce liderinden koparmak isterler. Zira liderini kaybeden insanları yönlendirmek çocuk oyuncağıdır.
Devlet idaresine şekil vermek!
Yeni gösterime giren Mehmetçik dizisinin konu edindiği Kutül-Amare zaferinin kahramanı Halil Kut Paşanın bizzat kendi kaleminden hayat serüveni (Bkz. Erhan Çifci, Kutül-Amare Kahramanı Halil Kut Paşanın hatıraları, Timaş Yay., İst. 2015) bu noktada ibret vesikası gibidir.
İşte kendisinin hem yaşantısına hem bağlantılarına hem de İttihat ve Terakki Cemiyetine bağlanmasına ışık tutacak ifadeleri:
Selanik ne de olsa bir Avrupa şehriydi. Yabancıları çoktu. Avrupa ile sıkı temasları vardı. Buraya her şey daha kolay girer, çıkardı. Burada her şey daha kolay ve daha doğru işitilir ve tartışılırdı. İstanbul Sarayının ve Abdülhamidin baskısı Selanikte sanki hafiflemiş gibiydi (s.61)
Bir akşam üzeri Beyaz Kule rıhtımında, gene bir bira masası başında içerken, Valideçeşmeli İsmail Hakkı geldi ve Halil, senin gece gündüz dağda eşkıya tepelemenle bu memleketin kurtulacağını mı sanıyorsun? Makedonyanın vaziyetini sen benden daha iyi bilirsin. İstanbulun aczi ise gün gibi aşikâr. Sarayın sersemce idaresi her gün başımıza yeni bir bela getirmekte. Radikal bir hareketle bizler devlet idaresine yeni bir şekil vermezsek bu keşmekeş senelerce sürer. Yabancıların işlerimize müdahaleleri, şımarıklıkları gittikçe artar. Sonumuz neye varır, bilemeyiz!... (s.62)
Şimdi Yıldızda ve Abdülhamidin evinde toplanan devlet murakabesini hükümdarın elinden alıp, millete vermekle hâkimiyetini ele alan Türk milleti vatandaşlarımız olarak Makedonya ve Trakyanın Rum, Bulgar gibi ahalisini de memnun etmek yolunu ve şeklini bulur. Böylece de yabancı müdahaleye artık lüzum kalmaz. (s.63)
İçki masasından Kurân-ı kerime el basmaya gitmek!
İsmail Hakkının bu sözlerini Halil Paşa da doğru bulup tasdiklediğinden cemiyete alınması gecikmeyecektir. Bir akşam gene Olimpos Birahanesinde içki içerlerken yüzbaşı Canbulat Bey gelerek kendisini resmen İttihatçı yapacak yolu açtı. Aslında burada yaşananlar ana maksadı da ortaya koyuyordu:
Geceydi. Canbulatla tramvaya bindik. Yalılara geldik. Birkaç sokak geçtik. Büyükçe bir bahçe içinde büyükçe bir köşkün önüne gelince, 'Müsaade edersen gözlerini bağlayacağım' dedi. Derhal kabul ettim. Büyük bahçeyi onun kolunda ve gözlerim kapalı olarak geçtik. Üç-beş merdiven çıktık. Bazı koridorlardan yürüdük. Bir kapının önünde durduk. Canbulat bana içeri girmemi, kendisinin girmeyeceğini ve ancak söylenildiği zaman gözlerimi açmamı tembihledi. Söylediği gibi hareket ettim. Ben odaya girince oda kapısının arkamdan kapatıldığını duydum.
İşte ondan sonra uzunca ve insana heyecan veren bir hitabe dinledim. Sonra gözlerimi açabileceğim tebliğ edildi. Gözlerimi açınca gördüğüm manzara şuydu:
Kapının karşısında duvara paralel uzunca bir koridor bulunuyordu. Ayakta beş kişi vardı. Bu beş kişi tepeden tırnağa kadar uzanan kukuletalı, kırmızı mantolar giymişlerdi. Bu mantoların göz yerlerinde birer delik vardı. Masanın üzerine bir tabanca, bir hançer ve açılmış bir Kurân konulmuştu. Ortadaki uzunca boylu olan tatlı bir sesle konuştu:
'32 senedir milletin bünyesini hain bir kurt gibi kemiren istibdat idaresine karşı, mazlum milletin intikamını almaya hazır mısın?' 'Evet' diye cevapladım.
'Verdiğiniz sözü önünüzde gördüğünüz Kurân-ı kerim, tabanca ve hançerle teyit ve bunların üzerine el basarak yemin eder misiniz?'
'İşte Kurân-ı kerim üzerine el basarak yemin ediyorum. Eğer sizlere ihanet edecek olursam, tabanca ve hançere layık olayım... Meşrutiyet elde edilinceye kadar Abdülhamid idaresine karşı gücüm yettiği kadar mücadele edeceğim. Cemiyetin bu idareyi yıkıncaya kadar vereceği kararlara fedakârca itaat edeceğim... (s.64-65)
Halil Paşayı cemiyete bu şekilde sokan ileride ihtilalin ikinci adamı olan Talat Paşa idi. Halil Paşa, yeğeni olan Enver Paşayı ise bizzat kendisinin cemiyete kazandırdığını ifade edecektir.
İçki masasından kalkıp Kurân-ı kerim üzerine yemin etmek ve tek maksadı Abdülhamid Hanı devirmek olan birisinin memlekete ne vereceği üzerinde ibretle düşünelim.
Yarım kalan işi tamamlamak!
Görüldüğü üzere cemiyetin tek maksadı vardı ve Abdülhamid Hanı ortadan kaldırmaktı. Hatta bu gaye için Türk'ün o dönemde en büyük hasmı Ermenilerle ittifak etmekten dahi çekinmiyorlardı. Bu durumu Halil Paşa, şöyle ifade etmekteydi:
Benim bir Türk Paşası olarak Ermenistan başkenti Erivanın büyük meydanında tertiplenen bir mitingde Erivan halkına karşı konuşmam oldu. Yaverim Salahattin o günün ve oradaki konuşmalarımın notlarını hatıra defterine derlemiştir. Sözlerime şöyle başladım:
'Memleketimizde zalim bir padişahı yıkmak, hür ve mesut bir vatan kurmak için el birliği ettiğim Ermeni milleti!' Meydan alkıştan yıkılıyordu. (s.183)
II. Abdülhamid Hana Ermeni teröristlerin başaramadığı suikastı Halil Kut Paşa mı yapacaktı? Gözler gerçekten kararmıştı. Halil Paşa notlarında şunları söylemektedir:
Plan şuydu: Makedonyadan gizlice İstanbula gelecektim. Beşiktaşta ve Yıldız Sarayının Selamlık Yolu üzerinde bulunan evime gizlenecek ve oradan 5-6 metre mesafeden geçecek olan Abdülhamidi öldürecektim. Ondan sonra da Rumeli askeri ve İstanbul Heyet-i Merkeziyesi ile vaziyete hâkim olarak 'hürriyet' ilan edecektik. Ama Manastırda patlayan tabanca ve onun neticeleri Beşiktaşta bir tabancanın patlamasına lüzum bırakmadı." (s.79)
Peki, Abdülhamid Han öldürülünce ne yapacaklardı? Lider ölünce kimin peşinden gideceklerdi yol belli miydi? Bunu da aslında itiraf etmekten kendilerini alamıyorlardı. Şöyle ki:
Hülasa, hakikaten artık bir şeyler yapmak lazımdı. Ama ne yapacaktık? İşte kafalarımızda veya yakın arkadaşlarla tartışmalarımızda bu suali bir türlü cevaplandıramıyorduk. Verebildiğimiz birkaç kelimelik tek cevap şuydu: İstibdat idaresi yıkılmalıydı. Ve Abdülhamidin yürürlükten kaldırdığı 1876 Kanun-ı Esasisi (Anayasa) iade edilmeliydi! Peki, ya sonra? İşte bu noktada hepimizin dili ve düşüncesi duruyordu. Bazı rastlaşmalarımızda yeğenim Enverle de bu konuları tartışırdık. Ama ihtilâl için ve ihtilâlden sonrası için onun da bu tılsımlı çareden başka düşündüğü yoktu. 'Hele bir istibdat idaresi yıkılsın da, ondan sonrası o zaman düşünülecek şey' deniliyordu." (s.68)
Oysa ondan sonrasını da İngilizler planlamışlardı. Ancak İttihatçılar bunu anladıklarında koskoca bir ülke mahvedilmiş olacaktı...
TEFEKKÜR
Derin uykularımdan uyanam dedikçe ben
Hun çağı izlerimden sezdiler beni
21.01.2018
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Otuz adam ormanda yol açıyorlardı. Liderleri ise bir ağacın tepesinde onlara rota çiziyor yol gösteriyordu. Alttakiler bir ara açılması daha kolay fakat yanlış bir yöne doğru saptılar. Tepedeki adam bağırarak gittikleri istikametin yanlış olduğunu belirtti. Aşağıdakiler yukarıda rahat oturuyor gördükleri adamı, "sen işine bak biz doğru yoldayız" diyerek terslediler.
Evet yoruluyorlardı. Evet koca koca ağaçları kesip yoldan kaldırıp kenara alıyorlardı. Evet ter döküyorlardı. Ancak yanlış yola girmişlerdi.
Ne kadar yorulsalar, ne kadar ter akıtsalar, ne kadar gayret gösterseler sonuç değişmeyecekti. Sonunda mutlaka yanlış bir noktaya varacaklardı ve asla hedefe ulaşamayacaklardı.
Zira lider devre dışı bırakılmıştı. Artık darbe gerçekleşmiş sadece burnunun ucunu görebilen adamlar rota çizer olmuştu. Ufuk ve vizyon sahibi, tepeden dünyayı seyreden tehlikeleri gören, sezen ve bilen adam devre dışı bırakılmıştı.
İşte II. Abdülhamid Han ile İttihatçı ekibin hâli bana ormandaki adamların ilerleyiş kıssasını hatırlatır. Lideri devre dışı bırakmışlardır. Gömleğin birinci düğmesi yanlış iliklenmiştir veya yanlış bir yola sapılmıştır. Artık doğru hedefe ulaşılması imkânsızdır. Ter akıtmaları, samimiyetleri ve görülmemiş mücadeleleri ülkeyi felaketten asla kurtaramayacaktır.
Tabiat boşluk bırakmaz. Bir milleti yok etmek isteyenler de o milleti önce liderinden koparmak isterler. Zira liderini kaybeden insanları yönlendirmek çocuk oyuncağıdır.
Devlet idaresine şekil vermek!
Yeni gösterime giren Mehmetçik dizisinin konu edindiği Kutül-Amare zaferinin kahramanı Halil Kut Paşanın bizzat kendi kaleminden hayat serüveni (Bkz. Erhan Çifci, Kutül-Amare Kahramanı Halil Kut Paşanın hatıraları, Timaş Yay., İst. 2015) bu noktada ibret vesikası gibidir.
İşte kendisinin hem yaşantısına hem bağlantılarına hem de İttihat ve Terakki Cemiyetine bağlanmasına ışık tutacak ifadeleri:
Selanik ne de olsa bir Avrupa şehriydi. Yabancıları çoktu. Avrupa ile sıkı temasları vardı. Buraya her şey daha kolay girer, çıkardı. Burada her şey daha kolay ve daha doğru işitilir ve tartışılırdı. İstanbul Sarayının ve Abdülhamidin baskısı Selanikte sanki hafiflemiş gibiydi (s.61)
Bir akşam üzeri Beyaz Kule rıhtımında, gene bir bira masası başında içerken, Valideçeşmeli İsmail Hakkı geldi ve Halil, senin gece gündüz dağda eşkıya tepelemenle bu memleketin kurtulacağını mı sanıyorsun? Makedonyanın vaziyetini sen benden daha iyi bilirsin. İstanbulun aczi ise gün gibi aşikâr. Sarayın sersemce idaresi her gün başımıza yeni bir bela getirmekte. Radikal bir hareketle bizler devlet idaresine yeni bir şekil vermezsek bu keşmekeş senelerce sürer. Yabancıların işlerimize müdahaleleri, şımarıklıkları gittikçe artar. Sonumuz neye varır, bilemeyiz!... (s.62)
Şimdi Yıldızda ve Abdülhamidin evinde toplanan devlet murakabesini hükümdarın elinden alıp, millete vermekle hâkimiyetini ele alan Türk milleti vatandaşlarımız olarak Makedonya ve Trakyanın Rum, Bulgar gibi ahalisini de memnun etmek yolunu ve şeklini bulur. Böylece de yabancı müdahaleye artık lüzum kalmaz. (s.63)
İçki masasından Kurân-ı kerime el basmaya gitmek!
İsmail Hakkının bu sözlerini Halil Paşa da doğru bulup tasdiklediğinden cemiyete alınması gecikmeyecektir. Bir akşam gene Olimpos Birahanesinde içki içerlerken yüzbaşı Canbulat Bey gelerek kendisini resmen İttihatçı yapacak yolu açtı. Aslında burada yaşananlar ana maksadı da ortaya koyuyordu:
Geceydi. Canbulatla tramvaya bindik. Yalılara geldik. Birkaç sokak geçtik. Büyükçe bir bahçe içinde büyükçe bir köşkün önüne gelince, 'Müsaade edersen gözlerini bağlayacağım' dedi. Derhal kabul ettim. Büyük bahçeyi onun kolunda ve gözlerim kapalı olarak geçtik. Üç-beş merdiven çıktık. Bazı koridorlardan yürüdük. Bir kapının önünde durduk. Canbulat bana içeri girmemi, kendisinin girmeyeceğini ve ancak söylenildiği zaman gözlerimi açmamı tembihledi. Söylediği gibi hareket ettim. Ben odaya girince oda kapısının arkamdan kapatıldığını duydum.
İşte ondan sonra uzunca ve insana heyecan veren bir hitabe dinledim. Sonra gözlerimi açabileceğim tebliğ edildi. Gözlerimi açınca gördüğüm manzara şuydu:
Kapının karşısında duvara paralel uzunca bir koridor bulunuyordu. Ayakta beş kişi vardı. Bu beş kişi tepeden tırnağa kadar uzanan kukuletalı, kırmızı mantolar giymişlerdi. Bu mantoların göz yerlerinde birer delik vardı. Masanın üzerine bir tabanca, bir hançer ve açılmış bir Kurân konulmuştu. Ortadaki uzunca boylu olan tatlı bir sesle konuştu:
'32 senedir milletin bünyesini hain bir kurt gibi kemiren istibdat idaresine karşı, mazlum milletin intikamını almaya hazır mısın?' 'Evet' diye cevapladım.
'Verdiğiniz sözü önünüzde gördüğünüz Kurân-ı kerim, tabanca ve hançerle teyit ve bunların üzerine el basarak yemin eder misiniz?'
'İşte Kurân-ı kerim üzerine el basarak yemin ediyorum. Eğer sizlere ihanet edecek olursam, tabanca ve hançere layık olayım... Meşrutiyet elde edilinceye kadar Abdülhamid idaresine karşı gücüm yettiği kadar mücadele edeceğim. Cemiyetin bu idareyi yıkıncaya kadar vereceği kararlara fedakârca itaat edeceğim... (s.64-65)
Halil Paşayı cemiyete bu şekilde sokan ileride ihtilalin ikinci adamı olan Talat Paşa idi. Halil Paşa, yeğeni olan Enver Paşayı ise bizzat kendisinin cemiyete kazandırdığını ifade edecektir.
İçki masasından kalkıp Kurân-ı kerim üzerine yemin etmek ve tek maksadı Abdülhamid Hanı devirmek olan birisinin memlekete ne vereceği üzerinde ibretle düşünelim.
Yarım kalan işi tamamlamak!
Görüldüğü üzere cemiyetin tek maksadı vardı ve Abdülhamid Hanı ortadan kaldırmaktı. Hatta bu gaye için Türk'ün o dönemde en büyük hasmı Ermenilerle ittifak etmekten dahi çekinmiyorlardı. Bu durumu Halil Paşa, şöyle ifade etmekteydi:
Benim bir Türk Paşası olarak Ermenistan başkenti Erivanın büyük meydanında tertiplenen bir mitingde Erivan halkına karşı konuşmam oldu. Yaverim Salahattin o günün ve oradaki konuşmalarımın notlarını hatıra defterine derlemiştir. Sözlerime şöyle başladım:
'Memleketimizde zalim bir padişahı yıkmak, hür ve mesut bir vatan kurmak için el birliği ettiğim Ermeni milleti!' Meydan alkıştan yıkılıyordu. (s.183)
II. Abdülhamid Hana Ermeni teröristlerin başaramadığı suikastı Halil Kut Paşa mı yapacaktı? Gözler gerçekten kararmıştı. Halil Paşa notlarında şunları söylemektedir:
Plan şuydu: Makedonyadan gizlice İstanbula gelecektim. Beşiktaşta ve Yıldız Sarayının Selamlık Yolu üzerinde bulunan evime gizlenecek ve oradan 5-6 metre mesafeden geçecek olan Abdülhamidi öldürecektim. Ondan sonra da Rumeli askeri ve İstanbul Heyet-i Merkeziyesi ile vaziyete hâkim olarak 'hürriyet' ilan edecektik. Ama Manastırda patlayan tabanca ve onun neticeleri Beşiktaşta bir tabancanın patlamasına lüzum bırakmadı." (s.79)
Peki, Abdülhamid Han öldürülünce ne yapacaklardı? Lider ölünce kimin peşinden gideceklerdi yol belli miydi? Bunu da aslında itiraf etmekten kendilerini alamıyorlardı. Şöyle ki:
Hülasa, hakikaten artık bir şeyler yapmak lazımdı. Ama ne yapacaktık? İşte kafalarımızda veya yakın arkadaşlarla tartışmalarımızda bu suali bir türlü cevaplandıramıyorduk. Verebildiğimiz birkaç kelimelik tek cevap şuydu: İstibdat idaresi yıkılmalıydı. Ve Abdülhamidin yürürlükten kaldırdığı 1876 Kanun-ı Esasisi (Anayasa) iade edilmeliydi! Peki, ya sonra? İşte bu noktada hepimizin dili ve düşüncesi duruyordu. Bazı rastlaşmalarımızda yeğenim Enverle de bu konuları tartışırdık. Ama ihtilâl için ve ihtilâlden sonrası için onun da bu tılsımlı çareden başka düşündüğü yoktu. 'Hele bir istibdat idaresi yıkılsın da, ondan sonrası o zaman düşünülecek şey' deniliyordu." (s.68)
Oysa ondan sonrasını da İngilizler planlamışlardı. Ancak İttihatçılar bunu anladıklarında koskoca bir ülke mahvedilmiş olacaktı...
TEFEKKÜR
Derin uykularımdan uyanam dedikçe ben
Hun çağı izlerimden sezdiler beni
21.01.2018
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Son düzenleme: