şehir hayati ruhu yaraliyor”

Turan

Sp Kullanıcı
31 Ocak 2017
2,092
360
kemal sayar ile röportaj

ŞEHİR HAYATI RUHU YARALIYOR”

Büyük şehirlerde ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinin sayısı oldukça fazla… Kent hayatı insanın psikolojisini hangi yönleriyle bozuyor sizce?

Bütün ruh sağlığı araştırmaları bize gösteriyor ki, şehirlerde ruh sağlığı oldukça bozulmuş durumda. Özellikle kırsalla kıyasladığımızda oranın ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha görüyoruz.

Bunun ilk sebebi kent hayatının insanda meydana getirdiği sıkışma duygusudur. İnsanlar belirli bir alana yoğun bir şekilde hapsedilmenin, tıkılmanın, tıkışmanın sıkıntılarını yaşarlar. Kentlerdeki kalabalık ortam insan ruhuna iyi gelen bir şey değildir. Tabii şehir yaşamındaki stres ve hız da insan ruhunu ciddi şekilde yorar. İstanbul için düşünecek olursak, işimize 2 saatte gidip 2 saatte döndüğümüz, saatlerimizi trafikte geçirdiğimiz bir hayat akışımız var. Bu seyir insana göre değildir ve yıpratıcıdır. Ayrıca bu yoğun koşuşma eşimize, çocuğumuza, sevdiklerimize yeterince vakit ayırmamızın önündeki en büyük engeldir.

Şunu da belirtmek isterim, biz şehirlerimizi yeşili düşünmeden kurmuş insanlarız. Yeşil alanımız ne yazık ki çok az. Günümüzde deniz altından geçen köprüler gibi muazzam eserler yapıyoruz ama insanları mutlu edecek geniş yeşil alanlar inşa edemiyoruz. Birçoğumuz betonların arasında toprağa, suya, yeşile temas edemeden ömrümüzü geçiriyoruz. Bu tablo insanı tabiattan koparıp, daha hırçın, saldırgan, tahammülsüz bireylere dönüştürüyor.

Peki, şehirde yaşadığımız gerçeğini düşünerek ruh sağlığımızı korumak adına neler yapmalıyız?

Ruh sağlığımızı sevdiklerimizle, ailemizle, çocuklarımızla bol zaman geçirerek, günlük hayatın sıkışmışlığından kendimizi koruyarak, doğayı hissederek ama en önemlisi acele etmeyerek koruyabiliriz.

Baktığımızda modern hayatın en belirgin duygusu acele etme duygusudur. Hepimiz bir yerlere yetişme, bir şeyleri yakalama, kaçırmama telaşıyla günlerimizi geçiriyoruz. Bu koşuşmalar içerisinde ruhumuzu nasıl hırpaladığımızın farkında bile değiliz. Oysa yapılması gereken ruhumuzu ön plana çıkararak, bir zamansızlık algısı oluşturarak yaşadığımız ana odaklanmaktır. “İbn’ül Vakit” (Zamanın Oğlu) olmaktır. Aylaklık etmeye, kendimizi dinlemeye, sevdiklerimizle olmaya muhakkak zamanlar oluşturmaktır.

Bugün batıda –benim de çok önemsediğim- “iradi basitlik akımı” isminde bir akım var. İradi basitlik akımı, hayatlarını kendi kararlarıyla basitleştiren, sadeleştiren insanların uyguladığı bir akım. Bu insanlar hayatlarındaki fazlalıklardan uzaklaşmış, böylelikle bu fazlalıkları edinebilmek için mecbur oldukları iş gücünden de arınmış bir hayat yaşıyorlar. Aslında hepimizin böyle bir yaşam tarzı benimsemeye, ihtiyacımız olmayan her türlü fazlalıktan arınmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.



“GÜNÜMÜZ ANNELERİNİN YAVAŞLAMAYA İHTİYACI VAR”

Baktığımızda mutsuz, tahammülsüz, sabırsız, hatta çocuğunu yük olarak gören annelerin sayısının arttığını görüyoruz. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?

Günümüz anneleri taşıyabileceklerinden fazlasını yükleniyorlar. Ev hanımlığını, eş rollerini, kariyeri ve anneliği bir arada yürütmeye çalışıyorlar. Üstelik annelere empoze edilen “mükemmellik” algısıyla bütün bu rolleri kusursuz yapma uğraşına giriyorlar. Bu da stres seviyelerini ve yorgunluklarını arttırıyor. Birçok parçaya bölünüyor olmak bütünü ıskalamaya sebep oluyor. Böylelikle çocuğunu benimseyemeyen, onu yük gören annelerin sayısı gün geçtikçe artıyor.



“YAVAŞLAMAK FITRATA DÖNMEKTİR”

Yavaşlamanın ilk adımı kişinin ruhuna dönmesidir. İç sesini duyabilmesidir. Ruhunun ihtiyaçlarını, en az bedeninin ihtiyaçları kadar önemseyebilmesidir.

Anneler bu koşuşma içerisinde bize geldiklerinde çok ilginç tablolarla karşılaşıyoruz. Mesela, panik atak olmuş, depresyona girmiş bir anne kapımızı çaldığında geriye doğru bir hayat okuması yapıyoruz. Hangi problemler, hangi dertler anneyi bu hastalıkların eşiğine getirdi; izini sürüyoruz. Hikâyeler ne kadar farklı olursa olsun temelde tek bir problem karşımıza çıkıyor; fıtrata ters düşen bir yaşam…

Kişi çok yük yüklendiğinde, kendini bile duyamayacak kadar hızlandığında, gereksiz bir gelecek kaygısıyla iş yükünü arttırdığında yavaş yavaş fıtratından da uzaklaşmaya başlıyor. Bu da ruhun alarm vermesine sebep oluyor. Ama ne yazık ki günümüz insanı o kadar hızlı yaşıyor ki, ruhunun çığlıklarını duymayı bile başaramıyor.

Bu konuda hep tavsiye ettiğim bir şey vardır. Şuan bir acil serviste, hiç bilinmeyen bir rahatsızlık sebebiyle ölümü soluyor olduğunuzu düşünün. Eğer bir kurtulma şansınız olsaydı neleri yapmak isterdiniz? Yüce Yaratıcı size ikinci bir şans verseydi neleri önceleyip, neleri ertelerdiniz? Bence herkes bu soruya verdiği cevabı hayatına geçirmeli. Çünkü aldığımız her bir nefes bizim hayata dair ikinci şansımızdır zaten…



“İBADETLER YAVAŞLAMANIN DOĞAL BİR BİÇİMİDİR”

Namaz, oruç gibi ibadetlerin günümüzü programlayan süreçleri var. Siz ibadetlerin psikolojik etkileri hakkında neler söylersiniz?

İbadet, hayatı yavaşlatmanın çok doğal bir biçimidir. İnsanlar, ibadete ayırdıkları süreyle zamanın normal akışını durdurur, kendilerine ebedi âlemle rabıta kuracak yepyeni bir zaman boyutu ihdas ederler. Böylece günübirlik zamanın dışına çıkmak suretiyle de kendi kendileriyle daha fazla konuşmuş, kendi içlerine daha fazla bakmış olurlar.

Namazın günde beş kez olmasının insan ruhuna iyi gelen pek çok etkisi vardır. Namaz sayesinde hayatınız ne kadar yoğun olursa olsun, işlerinizin arasında mecburi duraklamalar yaşarsınız. Bu duraklamalar insanın kendi iç dünyasıyla kurabildiği yegâne iletişim vesileleridir. Namaz, inanan bir insan için en muhteşem terapi şeklidir.

Yine Ramazan ayı; hayatı yavaşlatmanın; insanı maddi meşguliyetlerden arındırarak asli varoluşuna döndürmenin fırsatlarından biridir. Ramazan ayında insanlar hem açlığı ve yokluğu tecrübe ederek diğer insanlarla empati kurmanın fırsatını bulurlar hem de Ahmet Haşim’in ifadesiyle “Müslüman saati” nin kendine mahsus zarafetini doya doya yaşarlar. “Modern zaman”ın hızlı akışına vurulmuş bir sekte, bir mola, bir silkiniş olarak değerlendirebiliriz ibadetleri…



“İNANÇLI İNSAN SADECE HÜZÜNLENİR; KEDERE DÜŞMEZ”

İnanıyor olmak ruha iyi gelen bir şeydir. İnancın insanı koruyan büyük bir zırh olduğu, ruhsal sıkıntılara, dertlere karşı büyük bir emniyet sağladığı, güven sağladığı yapılan pek çok çalışmayla görülmüştür. İnanç sahibi insanlar hem beden, hem ruh parametreleri açısından daha iyi hissederler.

Fakat bilimde çok genel tanımlamalar yapmamak gerekir. İnsanın inancı nasıl taşıdığı ve yaşadığı da önemlidir. Dini zarar vermek, yok etmek üzere algılayan bir teröristin inancı ile inancını esenlik, barış, huzur üzere inşa etmiş bir dindarın ruhsal sağlığı muhakkak aynı noktada değildir. İnanç ötekileştirmenin, başkalaştırmanın değil; kucaklamanın ve bütünleşmenin vesilesi olabildiği ölçüde ruha iyi gelir.

Ayrıca kadim geleneğe baktığınızda çok koyu bir kedere yer olmadığını görürsünüz. Hüzün vardır ama keder yoktur. Çünkü Allah sizi terk etmez, hep yanı başınızdadır. “Allah’ımız var, ne gamımız var”, “Allah bes, baki heves” deriz. Bu açıdan inançlı insanı dünyanın geçici zaferleri de aldatmaz, yıkıntı görüntüleri de kandırmaz.



“İMAM-I AZAMDAN RUH EĞİTİMİ”

İnsanın dünyaya bakışının ne noktada olması gerektiğini şu hikâye çok güzel anlatır:

Bir gün bir adam İmam-ı Azam’a gelir ve denizdeki tüm gemilerinin battığını söyler. İmam-ı Azam biraz bekledikten sonra ‘elhamdülillah’ der. Adam şaşkınlıkla huzurdan ayrılır.

Aynı adam birkaç saat sonra koşarak gelir ve heyecan içinde batan gemilerin meğerse İmam-ı Azam’a ait olmadığını söyler. İmam-ı Azam yine biraz bekledikten sonra aynı sükunet içinde ‘elhamdülillah’ der.

İmam-ı Azam’ın bu hali karşısında şaşkınlığı artan adam dayanamayıp neden iki olayda da aynı tepkiyi verdiğini sorar. İmam-ı Azam der ki:

“Gemi battı dediğin zaman yüreğime üzülüp üzülmediğini sordum. Baktım, en ufak bir üzüntü yoktu. Bu yüzden ‘elhamdülillah’ dedim. Gemilerin benim olmadığını söylediğinde de yüreğime sevinip sevinmediğini sordum. Bu defa da sevinç kırıntısı görmedim. Bunun için yine ‘elhamdülillah’ dedim.”

İmam-ı Azam’ın durduğu bu noktayı Yunus “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim” diye ifade eder. İnsan inanç hedefine bu noktayı, bu ideali koyduğunda inancı bir kalkan gibi onu koruyacak ve psikolojik anlamda ye’se, kedere, ümitsizliğe kapılmasına engel olacaktır.

İnanıyor olmanın ruh sağlığını bu denli yoğun koruyan bir yanı varsa, Müslüman neden depresyona girer?

Hüzün, keder herkes içindir. Modern dünyada hepimiz zaman zaman yorgun düşebiliriz, çaresiz hissedebiliriz. Gücümüzü aşan pek çok olayla karşılaşabiliriz. Hatta bu hal günümüz için çok daha normaldir. Çünkü günümüz insanının duygularını 200-300 sene öncesine taşıma fırsatımız olsa, o döneme nazaran ne kadar çok endişe ve kaygı biriktirdiğimizi de fark ederiz. Öyle ki, kaygı ve endişe bugünün insanının günlük doğal bir rutini oldu adeta. Bu yüzden ruhumuz, bedenimiz çabuk arızalanmaya başladı. Alarm verir oldu. Depresyon, ruh için kaçınılmaz bir seyir haline geldi. Dolayısıyla kişi Müslüman olsun, olmasın depresyona girmesi gayet insanidir.



“KİŞİSEL GELİŞİM, İNSANLARI KENDİLERİNİ TAVAF EDEN HACILARA DÖNÜŞTÜRDÜ!”

Son yıllarda kişisel gelişim kitaplarıyla “sen değerlisin, en önemli sensin” telkinleri verilmeye başlandı. Bu süreç insanları nasıl etkiledi?

Kişisel gelişim kitapları batı mahreçli kitaplardır. Genellikle bu kitapların Amerika’da yazıldığını görürüz. Ve o kültürel ekosta bu tarz telkinler bir anlam ifade etmektedir. Çünkü o coğrafyanın kuruluşu zor şartlarda gerçekleşmiştir. Avrupa’da açlık ve kıtlıktan kaçarken bir kıtayla karşılaşan, o kıtayı ehlîleştiren, yerli halkını soy kırıma uğratan bir topluluğun yaşadığı bir coğrafyadır. Dolayısıyla güçlü olanın, zalim olanın hayatta kaldığı bir dünya düzeni kurmuşlardır. Bugün sosyal darwinizm dediğimiz “mazlum olacağına, zalim ol” tezinin o topraklardan çıkması bu sebeple şaşılacak bir şey değildir.

Amerika’ya gidenler bilirler, hep ekstra büyük objeler vardır. Ekstra kolalar, hamburgerler… Yani hep nefse yönelik telkinlerde bulunurlar. Nefsin iştahını körükleme, hep daha fazlasını isteme üzerine kurulmuş bir kültürleri vardır.

Kişisel gelişim de, kendini yüceltmeyi, saygınlaştırmayı bu gerekçeyle tavsiye eder. Eğer kendini büyük, güçlü görmezsen hayatta kalamazsın telkininde bulunur. Bu bakış insanı toplumsallıktan bireyselliğe sürükleyen bir bakıştır. Toplumda yardımlaşma, dayanışma, bütünleşme duygularını dinamitleyen bir bakıştır.

Böyle olduğu zaman insanların narsizmaları kontrol altında tutulamaz. Kişi, sürekli “aş kendini, kır zincirlerini” empozesi altında kendi sınırlarını genişletmeye çalışırken, başkasının haklarını ihlal ettiği gerçeğine kör olur. Kendi iyisini düşünen insan, kamusal iyiyi hiçe saymış olur. Böylelikle insanlar kendilerini tavaf eden hacılara dönüşürler.

Şöyle bir gerçek de var, insan değerlidir ve değerinin farkında olmalıdır. Sizce kendini tavaf etme noktasına gelmekle, değerini fark etmek arasındaki çizgi nedir?

O çizgi narsistlik sınırına varmamaktır. İnsanın kendine güvenmesi, kendine inanması çok önemlidir. Batı toplumları bunu “ben” lehine çok aşırıya kaçırarak kullanıyorlar. Fakat doğu toplumlarında da “ben” diyebilme eksikliği var.

Bizler özgür bir düşüncemiz olduğunda ya da muhalif bir düşüncemiz olduğunda ve bunu topluma söylemek istediğimizde çok tereddüt ediyoruz. Kendimize itimat edemiyoruz. Sürünün bir parçası olmayı, sürüden farklı olmaya tercih ediyoruz. Oysaki büyük mutasavvıflara baktığımızda, sürüden farklı insanlar olduğunu görürüz. Hz. Mevlana olsun, Bediüzzaman Said Nursi olsun, Hallac olsun kendi zamanlarının insanlarından farklı bir dille ötelerin türküsünü söylemeyi tercih etmişlerdir. Bu bağlamda kendimizi dünyanın merkezi olarak görmek kadar, kendimizi hiçe saymak, değersiz görmek de hastalıklı bir ruh halidir.



“SOSYAL MEDYA NARSİSİZMİ TETİKLİYOR”

Günümüzde sosyal medya birçok kişi tarafından kullanılıyor ve “ben” dili üzerinden paylaşımlar yapılıyor. Bu kanal aracılığıyla sürekli kendimizden bahsediyor olmak narsisizmi tetikleyen bir şey mi?

Sosyal medya narsisizmin hem dışa vurumu, hem de onu besleyen bir kanaldır. Sosyal medyanın bu denli teveccüh görmesi, narsist ruh halinin yaygınlaştığının da bir işaretidir aslında.

Öyle ki, tanınmış insanlar, şarkıcılar, mankenler ya da genç kızlar gün içinde birçok pozlarını çekip sosyal medyaya yüklüyorlar ve bu pozlarına “like” bekliyorlar. Bekledikleri beğeni gelmezse hayal kırıklığı yaşıyorlar. İnsanın sadece görüntüsüyle var olduğu bir çağın yansımalarıdır bunlar. Özümüzle değil de imajımızla var olduğumuz; hakikatimizle değil de suretimizle var olduğumuz bir dönemin en açık göstergeleridir. Ancak suretimizle insanlarda bir etki oluşturabileceğimizi zannettiğimizi gösterir bize.

Sosyal medya, mahremiyet başlığıyla ilgili de çok enteresan tablolar gösteriyor. İnsanlar yakınlarını kaybedip, facebook tan dua istiyorlar ya da acılarını, sevinçlerini en mahrem halleriyle paylaşıp, insanların kendilerine ortak olmasını bekliyorlar. Bizim gibi çocuksu motifleri ağır basan toplumlarda, sanalla gerçeği birbirine karıştırma yanılgısı sık gözlediğimiz bir olgudur. Oysaki sosyal medyada kurulan bağların zayıf, gerçeklikten uzak bağlar olduğunu gösteren pek çok çalışma vardır. Sosyal medya sosyalleşme değildir. İnsanın ihtiyaç duyduğu şey, yüz yüze iletişim kurmak ve bire bir gerçekleşen duygu paylaşımlarıdır.

“AİLE İÇİ İLETİŞİM DİNLEMEKLE MÜMKÜN OLUR”

İletişim çağında yaşıyoruz ama aile içi iletişimsizlikten bahsediyoruz. Sizce bunun nedeni nedir?

İletişimin yolu dinlemekten ve anlamaktan geçer. Tabi karşınızdakini anlamak kadar, ona anlaşıldığını hissettirebilmek de önemlidir. Bizlerse genellikle nasihat vererek iletişim kurmaya çalışırız. Oysaki insanlar çoğunlukla nasihat değil, anlaşılmak isterler. Bu bağlamda empati kurabilmek için, dinliyor olmamız gerekir.

Mesela eşimiz ‘bugün ev işlerinden çok yoruldum’ diyor olsa, biz de karşılık olarak ‘ne yapıyorsun ki yoruluyorsun’ şeklinde cevap versek iletişimi anında kapatmış, empati kuramamış oluruz. Oysaki bir yansıtma cümlesiyle ‘çok mu yoruldun canım’ desek ve yorum ya da nasihatte bulunmadan yalnızca dinlesek eşimiz anlaşıldığını hisseder ve rahatlar. Ne yazık ki çoğu zaman doğru iletişim dilini kullanmakta sıkıntı yaşıyoruz.

Genellikle kapınızı eşine, çocuğuna, hatta kendine yabancılaşmış insanlar çalıyor ve dertlerini anlatıyor. Sürekli dert dinlediğiniz bir mesleğiniz var. Zaman zaman ‘keşke kimsenin sorunu olmasa da, ben bu işi yapmak zorunda kalmasam’ diyor musunuz?

‘İyi ki böyle bir meslek var’ diyorum. İnsanlar kendi içlerini döktükleri zaman, yapabilecekleri yanlış şeylerden uzak duruyorlar. Canlarına kıymıyorlar, bedenlerine eziyet etmiyorlar. Bir başkasının canına kıymıyorlar. Ben de buna vesile olduğum için Allah’a şükrediyorum.

Hatice Kübra Tongar-Kadınca Kararınca
 

Karaton

GÜCÜ DOĞURAN DÜŞÜNCEDİR
Kurucu
27 Ocak 2017
4,299
18,123
Bolu
www.sevgiplatformu.info
fakat,insanların da şehirlerin ruhunu yok ettiği gerçeği ortada.
burada insanın ruhunu yaralayan şehin şehirlermi,yoksa şehirlerde sürdürülen rant ve talan ekonomisi mi bilemedim hocam.
ama bugün istanbulun bir ruhu olduğunu kim idda edebilirki?
 

Turan

Sp Kullanıcı
31 Ocak 2017
2,092
360
fakat,insanların da şehirlerin ruhunu yok ettiği gerçeği ortada.
burada insanın ruhunu yaralayan şehin şehirlermi,yoksa şehirlerde sürdürülen rant ve talan ekonomisi mi bilemedim hocam.
ama bugün istanbulun bir ruhu olduğunu kim idda edebilirki?
kendi şehir medeniyetimizi kurmak lazım ,
lütfi bergen yazılarını tavsiye ederim
 

Turan

Sp Kullanıcı
31 Ocak 2017
2,092
360
Lütfi Bergen
BİZANS VE İSLAM ŞEHRİ



Süheyl Ünver'in yazılarından birinde şu satırlara rast geldim:

Osmanlı tarihinde tam yedi İstanbul muhasarası vardır. Bunlar, Yıldırım Bâyezid devrinden Fatih devrine kadar kısa fasılalarla sıralanır. Yıldırım'ın ilk muhasarası milâdın 1391 tarihindedir. Yedi ay süren bu muhasara Macarların taarruz hazırlıkları üzerine kaldırılmıştır, fakat Bizans İmparatorluğu'nun bu münasebetle kabul ettiği şartlar çok ağırdır. Bunların en mühimleri şöyle sıralanabilir:

İstanbul'da bir Türk mahallesi tesis edilmek üzere Bizans hükümeti tarafından 700 ev verilecektir;
Sirkeci'de bir Türk mahkemesi kurulacaktır;
Bu mahkemeye Osmanlı Devleti tarafından bir kadı tayin edilecektir;
İstanbul'da bir câmi yapılacaktır;
Şehrin dışında Galata'dan Kağıthane'ye kadar olan arazi Türklere terkedilecek ve buraya bir Türk garnizonu konulacaktır;
Osmanlı hazinesine her sene on bin altın haraç verilecektir.
İşte bunun üzerine muhasara hâli hafif bir ablukaya çevrilmiştir” (Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, c: 3, s: 228).

Süheyl Ünver'in kitabından aktardığım bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere Osmanlı'nın Batı'ya doğru yürürken tesis ettiği “İslâm şehri” bugün hayata geçirdiğimiz “konut tarlaları” şeklinde düşünülmemiştir.

“İslâm şehri” kavramını kullanırken bu beldenin varoluş ölçülerini hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.

Eğer bir ölçüden bahsedilecekse şu hususlara işaret edebiliriz:

Birincisi: Müslümanlar Bizans tekfuruna karşı şehirlerini yaklaşık 4.000 kişilik mahviyetkâr, serdengeçti, gözünü budaktan sakınmaz bir nüfusu barındıran 700 hane ile kuruyor (her hanede yaklaşık 6 kişi kabul ediyoruz). Bu şu demektir: Şehir kurmak, fedakâr bir topluluğun işidir. Osmanlı yöneticileri Bizans karşısına çıkarken bu nüfusa dayanmaktaydı. Bir iskân politikaları vardı.

İkincisi: Osmanlı, bu nüfusun muhafazası için bir garnizon tesis etmek konusunu Bizans'a kabul ettiriyor. Bilindiği gibi Medine'nin etrafında bizzat Hz. Peygamber (asv)'in kazılmasına iştirak ettiği “hendek” de bir nev'i “kale” ya da muhafazadır. Demek ki şehir sadece halk ile kurulmaz. Ahlâkî topluluk askerî bir güç arar. Çünkü ahlâk; zorbalık, eşkiyalık çıktığında namuslu kişileri koruyan bir inzibata ihtiyaç duyar.

Üçüncüsü: Osmanlılar Hz. Peygamber (asv)'in Medine'ye hicreti ile inşa ettiği mescidi hatırlatır şekilde İstanbul'a câmi yapılmasını da muhasaranın kaldırılması için şart koşmuştur. Müslümanları vakit namazlarında buluşturan, bazı ortak toplantılar yapmalarına vesile olan mekân câmi-mescittir. Büyük ihtimal Yıldırım'ın Bizans'tan istediği câmi, Cum'a namazı kılmayı mümkün kılacak bir Selâtin Câmii idi. Bir beldede Cum'a Câmii bulunmaktaysa o havalede mutlaka bazar-pazar da kurulmaktadır demektir. Cum'a namazı ile pazar-bedesten ilişkisi kaçınılmazdır.

Dördüncüsü: “Sirkeci'de bir Türk mahkemesi kurulacaktır” ifadesinin açtığı büyük tasavvurdur. Müslümanlar bu mahkeme vesilesiyle gayr-müslimlerle yaptıkları muamelelerde çıkan ihtilaflar için Bizans tekfurunu Türk kadı karşısında muhakeme edilmeye razı etmiş oldular. Bu madde de Hz. Peygamber (asv)'in Medine Vesikası dolayısıyla Yesrib'teki müşriklere ve Yahudilere ileri sürdüğü ve kabul ettirdiği şartın aynısıdır. “4000 kişilik bir nüfusa bir kadı tayini”nin ölçü kabul edildiği ortaya çıkıyor. Bu uygulama, “yargıda gecikmiş adaletin adalet olmadığı” ilkesi gereği adaletin hızla yerine getirildiğini gösterir. Aynı zamanda yetişmiş hukukçu kadrosunun büyüklüğüne işarettir.

Anadolu'da “İslâm şehri” “Adalet Dairesi” denilen çemberi çevirerek toplumsal vicdanda bir nizâm tesis etti.

Bugün Anadolu'da yukarıda ölçülerini verdiğimiz esaslarla 15 şehir kursak, ülkede dalga dalga büyüyecek bir değişimi göreceğiz.

Bizans, şehir inşa eden toplumla başedemeyen bir sömürgeci kolonizasyon idi.

Şehir inşa eden toplumla dünyayı kolonileştiren devlet sistemleri arasında bir bağ yoktur.
 

Turan

Sp Kullanıcı
31 Ocak 2017
2,092
360
lütfi bergen

Bu yazıda iki konuya birden temas edeceğim: Kentsel yayılma ve otomobil (araba) sevdası.

Türkiye nihayet sanayi devrimini yapıyor (?)

Elektrikli otomobil devrine geçmek üzereyiz. Muasır uygarlığı yakalama kapısı açılmıştır.

Acaba böyle mi?

47 Avrupa ülkesini kapsayan Avrupa Konseyi'ne Türkiye de 9 Ağustos 1949 tarihinden beri üyedir. Konsey'in 12 Ocak 1957'de kurduğu Yerel ve Bölgesel Yönetimler Sürekli Komitesi, 17 Ocak 1994'de, biri bölgesel diğeri yerel yönetimleri kapsayan iki birimden oluşan ve 318 delegesi üye ülkelerin seçimle işbaşına gelmiş yerel yöneticilerinden oluşan şimdiki Kongre'ye dönüştürüldü. Kongre'nin 15. Genel Oturumunda 269 Karar No (27 – 29 Mayıs 2008) ile aldığı “Avrupa Kentsel Şartı – 2: Yeni Bir Kentlilik İçin Manifesto” başlıklı bir metin bulunuyor.

Manifestonun önemi şu: Avrupa kentsel yayılmayı artık sürdürülebilirlik kavramı içinde görmüyor. Dahası otomobilden çıkmayı mümkün kılacak bir kent büyüklüğü kavramına geçiyor. Hattâ otomobil sahibi olmayan kişilerin kentlerin dokusundan koparılmışlığını bir “insan hakkı ihlali” sayıyor.

Demek ki Avrupa “geriye dönmeye hazırlanıyor.” İlerleme-kalkınma bir kazanım sağlamadı.

Manifestonun bahsettiğim konularla ilgili maddelerinden altını çizdiğim satırları aşağıya aktardım.

maddesi: “kentsel yayılma, kentlerimizin ve kasabalarımızın çevre sermayesini ciddi olarak azaltmaktadır.”
maddesi: “Artan arazi kontrolleri aracılığıyla büyümeleri denetim altında tutulabilen kentler ve kasabalar istiyoruz.”
maddesi: Otomobile verilen birinci önceliğin olumsuz sonuçları artık iyice anlaşılmıştır (...) Aşırı otomobil bağımlılığından bir an önce kurtulmalıyız; zira otomobil sahibi olmayan pek çok kişinin içinde yerleştikleri kentleri ve kasabaları tam olarak yaşayabilmelerini de engellemektedir.
maddesi: Yürümek ya da bisiklet kullanmak gibi “yumuşak” olarak nitelenebilecek ulaşım tarzlarını teşvik etmek, Avrupa'nın seçilmiş temsilcileri olan bizlere düşen bir görevdir.
maddesi: “Otomobil ve motosikletlerin daha az payı olan, yeni bir toplumsal paylaşım sağlayan bir toplu taşım politikasını tercih etmeliyiz.”
Avrupa, kentsel yayılmadan ve otomobil-motosikletten çıkmaya hazırlanırken Türkiye “elektrikli otomobil yapıyoruz” sloganıyla “sanayi devrimi” çağını yakalamayı konuşmaya başladı. Otomobilin bir yoksulluk biçimlenmesi olduğunu göremiyoruz.

İçine düştüğümüz kent-otomobil kurgusu, otomobili olmayan birinin kentsel dokudan koparılmışlığını dayatmaktadır. Ayrıca otomobilin “mobil tabut” olduğunu artık kim inkâr edebilir?

Türkiye'de trafik kazalarına bağlı ölümlerin yıllık ortalaması 4000'e ulaştığına göre bu araçlara “mobil tabut” dememize kimse kızmamalıdır.

Peki ne yapacağız?

“et tekraru ahsen velev kane yüz seksen: tekrar etmek güzeldir, velev ki 180 defa olsa.”

Anadolu'ya en az 15 “lastik tekerlekli ulaşım gerektirmeyen-otomobilsiz” şehir kuracağız. Hatta gerekirse bu şehirlere bir 15-20 daha katacağız. Başka türlü “insanın insandan kazanması”nı engellemek mümkün olmayacaktır.

Türkiye 6360 sayılı yasa ile nüfusu 750.000'e erişen belediyelerin “Büyükşehir” olması kriterini getirdi. Oysa, 900 bin kişiyle Keçiören'in nüfusu Türkiye'nin 66 ilinden daha büyük kalabalığa sahip bulunuyor.

Anlaşılan o ki, Türkiye mevzuat yapısıyla tam bir keşmekeşin içindedir. Kimse Bayburt'un 80.000 nüfusla il olmasını ama Keçiören'in 900.000 nüfusla ilçe kalmasını sorgulamıyor.

Kentsel hayat, iktisadî, ekolojik, içtimaî adalet ve iyiliğin varlık bulması değil miydi?

Buna göre, kimse kimseyi kirletmemeli, varlığını inşa etmesini engellememeli, hakkına girmemelidir.

Mevzuat felsefesini yitirdik. Mantığı kaybettik.

Eğer kentleri büyütmeye devam edecek isek, bu yasanın mantığı gereği, Keçiören gibi ilçeler artık hem kent ilan edilmeli ve hem de “büyükşehir” statüsü kazanmalıdır.

Kent-otomobil hedefimiz de, yasa mantığımız da boğuyor.

Nefes alamıyorum.

Azgelişmişlik Üstünlüktür.
 

Asi ve Mavi

Sp Kullanıcı
30 Ocak 2017
5,702
1,387
Emekli olmadan ruh sağlığım bozulmaz inşallah :)
Sonra nasipse Karadeniz'de küçük bir sahil kasabasında yaşamak istiyorum
 

Son mesajlar

Cevaplar
2K
Görüntüleme
59K