Yirmili yaşlarda bir üniversite öğrencisiyken kendi harçlığımı çıkarmak üzere ekstra işlere giderdim. Bu ekstraların en güzel yanı dilediğiniz an işi bırakabilme tarafıydı. Böylece karakterinize zıt bir durumla karşılaşırsanız tabiri caizse kendinizi ezdirmeye bir sebep olmayacaktı.
Bir gün garson, bir gün komi. Bazen bir temizlik görevlisi, bazen barmen. Hemen her gün başka bir semtte bambaşka işlerle gerçek dünya ile erken tanışmıştım. Tabi bu da diğer güzel tarafıydı. Olayın yaşandığı o gün de bir güvenlik görevlisiydim.
Yenikapı Etkinlik Alanı’nda zannedersem Konya Günleri adı altında bir organizasyon vardı. Her hafta memleketimizin değişik yörelerinden günler düzenlenir, stantlar kurulur ve yemekler başta olmak üzere sanatsal, kültürel bir tanıtım yapılırdı.
İşte o gün yaklaşık kırk kişilik bir güvenlik görevlisi şef tarafından alanın her bölgesine dağıtılmıştık. İlginç olan ise benim ve bir arkadaşımın fiziğimiz, ingilizcemiz ve onlara göre diksiyonumuzun biraz daha iyi olması sebebiyle ana giriş kapısına verilmemizdi. İlginç diyorum çünkü biz ikimiz de ekstracıydık.
Yavuz Selim benden iki yaş daha küçük hem biraz daha tecrübesizdi. O yüzden onu kapıya yerleştirdim ve ben on metre ileride araçları durdurup gerekli işlemleri yaptıkran sonra ona "kapıyı aç" işareti yapıyordum. Tabi bu arada gelen insanlara "hoşgeldiniz" yada "şuraya park edebilirsiniz" vs.. tarzında güleryüzlü yaklaşıyordum.
Cumhurbaşkanı yardımcısından tutun da Konya ve komşu illere ait vali, kaymakam ve bunun yanında özel kuruluşlara ait insanlar vs.. yani üst düzey çok insan geliyordu. Tabi bunun haricinde onların kendi güvenlik görevlisi personelleri de vardı. Ben normal bir şekilde işime devam ederken o olay yaşandı.
Yine siyah bir aracı durdurdum. Ardında beş altı siyah araçla küçük bir konvoydu. Ön cama eğilip "hoşgeldiniz" diyecektim ki arka koltuktan bir ses "aç kapıyı ne bekletiyorsun bizi" diye ters bir hamlede bulundu. İlkin günahı olmaz diye ben duymazlıktan gelip davetiyelerini göstermelerini istediğimde bu defa arkadaki şahıs daha da sinirlendi.
"Aç ulan kapıyı, sen benim kim olduğumu biliyor musun"
O an sadece üç saniye düşündüm belki ama sanki dakikalar kadar uzundu. Babamın nasihatleri kulağımda çınlıyordu. "Bak oğlum, türlü insanla karşılaşırsın, başını belaya sokma, zorda kalırsan zekanı kullan, yumruğunu boşa sallama, çünkü ya vurursun ya vurulursun, ikisi de dert olur sana". Gülümseyerek bitirdim o üç saniyeyi. Öndeki şoför ve yanındaki güvenlik görevlisine bakarak konuştum.
- Siz beyefendiyi tanıyor musunuz, kim olduğunu bilmiyor, hafızasını yitirmiş herhalde, bir yardımcı olsak kendisine..
Arkadaki adam daha cevap veremeden devam ettim.
- Bekleyin beyefendi bir doktor bulalım o size gerekli müdahaleyi yapar.
Bir taraftan Yavuz Selim’e "kapıyı açma" işareti yaptıktan sonra sanki bir kırmızı düğmeye basılmışçasına ortalık karıştı. O arabalardan inen siyahlı insanları gördükten sonrasını hatırlamıyorum. Uyandığımda toplanma yerinde bir çekyatta uzanıyordum.
Güvenlik şefi başucumda "oğlum sen koskoca belediye başkanına neler söylemişsin öyle" dedi. Ben de "şefim az önce bir cumhurbaşkanı yardımcısı, bir vali, iki kaymakam karşıladım, eğer bir hiyerarşiden söz ediyorsanız belediye başkanı da kimmiş" dedim.
Elimden telsizimi aldılar. Bu "kovuldum" demekti. Bunun bende karşılığı hiçbirşeydi. Başka bir iş bulur devam ederdim. Oysa mesele uzadı. Birbirimizden karşılıklı olarak davacı olduk. Mahkeme faslında sözlerim hakaret olarak değerlendirilmedi. Çünkü bana kim olduğunu soran birisine böyle bir soru sorabilirdim. Oysa kırılan iki dişimin bir hesabı olacaktı.
Uzlaşma evresinde tek bir şartla teklifi kabul ettim. İki dişime karşılık alzheimer hastalarının tedavisine bağışlanmak üzere şimdiki parayla ortalama yirmibin TL civarında bir paranın bu tedaviyi sağlayan bir kuruma yatırılmasını talep ettim. Kabul edildi ve mahkeme bitti.
Kader bu ya bizim Yavuz Selim seneler sonra Kadıköy tarafında Askeriye’den çevrilme bir hastahanede morg imamı oldu. Bir gün beni telefonla arayarak "usta bak bugün karşıma kim geldi biliyor musun" dedi ve devam etti. "Seninki".
Bizim belediye başkanı vefat etmiş ve hastanenin morgunda yıkanıp defnedilmek üzere bir yakınına imza karşılığı teslim edilmeyi bekliyordu lakin hiçbir yakını cenazeyi teslim almaya gelmemişti.
Sadece Askeriye kimlik kartımla tüm kapıları aşıp bir saat sonra onun karşısındaydım. Karşımda bir dolapta uzanan o bedenin kulağına fısıldadım. "Gideceğin yerde sen belediye başkanı değilsin, senin adın İsmet".
Bizim Yavuz Selim’in bir huyu vardı. Bazen askeriyenin eski komutanlarının cenazeleri gelir, onları kendi babası gibi tertemiz yıkardı. Bazen de katillerin, tecavüzcülerin cesetleri gelir onların da üzerine hortumu tutar el sürmeden gönderirdi. Göz göze geldik. Bana o işareri yaptı. "Hayır" dedim.
Biz iki eski arkadaş bu cenazeyi birlikte yıkadık ve resmi olarak teslim aldıktan sonra uygun görülen yere defnettik
Alıntı
Bir gün garson, bir gün komi. Bazen bir temizlik görevlisi, bazen barmen. Hemen her gün başka bir semtte bambaşka işlerle gerçek dünya ile erken tanışmıştım. Tabi bu da diğer güzel tarafıydı. Olayın yaşandığı o gün de bir güvenlik görevlisiydim.
Yenikapı Etkinlik Alanı’nda zannedersem Konya Günleri adı altında bir organizasyon vardı. Her hafta memleketimizin değişik yörelerinden günler düzenlenir, stantlar kurulur ve yemekler başta olmak üzere sanatsal, kültürel bir tanıtım yapılırdı.
İşte o gün yaklaşık kırk kişilik bir güvenlik görevlisi şef tarafından alanın her bölgesine dağıtılmıştık. İlginç olan ise benim ve bir arkadaşımın fiziğimiz, ingilizcemiz ve onlara göre diksiyonumuzun biraz daha iyi olması sebebiyle ana giriş kapısına verilmemizdi. İlginç diyorum çünkü biz ikimiz de ekstracıydık.
Yavuz Selim benden iki yaş daha küçük hem biraz daha tecrübesizdi. O yüzden onu kapıya yerleştirdim ve ben on metre ileride araçları durdurup gerekli işlemleri yaptıkran sonra ona "kapıyı aç" işareti yapıyordum. Tabi bu arada gelen insanlara "hoşgeldiniz" yada "şuraya park edebilirsiniz" vs.. tarzında güleryüzlü yaklaşıyordum.
Cumhurbaşkanı yardımcısından tutun da Konya ve komşu illere ait vali, kaymakam ve bunun yanında özel kuruluşlara ait insanlar vs.. yani üst düzey çok insan geliyordu. Tabi bunun haricinde onların kendi güvenlik görevlisi personelleri de vardı. Ben normal bir şekilde işime devam ederken o olay yaşandı.
Yine siyah bir aracı durdurdum. Ardında beş altı siyah araçla küçük bir konvoydu. Ön cama eğilip "hoşgeldiniz" diyecektim ki arka koltuktan bir ses "aç kapıyı ne bekletiyorsun bizi" diye ters bir hamlede bulundu. İlkin günahı olmaz diye ben duymazlıktan gelip davetiyelerini göstermelerini istediğimde bu defa arkadaki şahıs daha da sinirlendi.
"Aç ulan kapıyı, sen benim kim olduğumu biliyor musun"
O an sadece üç saniye düşündüm belki ama sanki dakikalar kadar uzundu. Babamın nasihatleri kulağımda çınlıyordu. "Bak oğlum, türlü insanla karşılaşırsın, başını belaya sokma, zorda kalırsan zekanı kullan, yumruğunu boşa sallama, çünkü ya vurursun ya vurulursun, ikisi de dert olur sana". Gülümseyerek bitirdim o üç saniyeyi. Öndeki şoför ve yanındaki güvenlik görevlisine bakarak konuştum.
- Siz beyefendiyi tanıyor musunuz, kim olduğunu bilmiyor, hafızasını yitirmiş herhalde, bir yardımcı olsak kendisine..
Arkadaki adam daha cevap veremeden devam ettim.
- Bekleyin beyefendi bir doktor bulalım o size gerekli müdahaleyi yapar.
Bir taraftan Yavuz Selim’e "kapıyı açma" işareti yaptıktan sonra sanki bir kırmızı düğmeye basılmışçasına ortalık karıştı. O arabalardan inen siyahlı insanları gördükten sonrasını hatırlamıyorum. Uyandığımda toplanma yerinde bir çekyatta uzanıyordum.
Güvenlik şefi başucumda "oğlum sen koskoca belediye başkanına neler söylemişsin öyle" dedi. Ben de "şefim az önce bir cumhurbaşkanı yardımcısı, bir vali, iki kaymakam karşıladım, eğer bir hiyerarşiden söz ediyorsanız belediye başkanı da kimmiş" dedim.
Elimden telsizimi aldılar. Bu "kovuldum" demekti. Bunun bende karşılığı hiçbirşeydi. Başka bir iş bulur devam ederdim. Oysa mesele uzadı. Birbirimizden karşılıklı olarak davacı olduk. Mahkeme faslında sözlerim hakaret olarak değerlendirilmedi. Çünkü bana kim olduğunu soran birisine böyle bir soru sorabilirdim. Oysa kırılan iki dişimin bir hesabı olacaktı.
Uzlaşma evresinde tek bir şartla teklifi kabul ettim. İki dişime karşılık alzheimer hastalarının tedavisine bağışlanmak üzere şimdiki parayla ortalama yirmibin TL civarında bir paranın bu tedaviyi sağlayan bir kuruma yatırılmasını talep ettim. Kabul edildi ve mahkeme bitti.
Kader bu ya bizim Yavuz Selim seneler sonra Kadıköy tarafında Askeriye’den çevrilme bir hastahanede morg imamı oldu. Bir gün beni telefonla arayarak "usta bak bugün karşıma kim geldi biliyor musun" dedi ve devam etti. "Seninki".
Bizim belediye başkanı vefat etmiş ve hastanenin morgunda yıkanıp defnedilmek üzere bir yakınına imza karşılığı teslim edilmeyi bekliyordu lakin hiçbir yakını cenazeyi teslim almaya gelmemişti.
Sadece Askeriye kimlik kartımla tüm kapıları aşıp bir saat sonra onun karşısındaydım. Karşımda bir dolapta uzanan o bedenin kulağına fısıldadım. "Gideceğin yerde sen belediye başkanı değilsin, senin adın İsmet".
Bizim Yavuz Selim’in bir huyu vardı. Bazen askeriyenin eski komutanlarının cenazeleri gelir, onları kendi babası gibi tertemiz yıkardı. Bazen de katillerin, tecavüzcülerin cesetleri gelir onların da üzerine hortumu tutar el sürmeden gönderirdi. Göz göze geldik. Bana o işareri yaptı. "Hayır" dedim.
Biz iki eski arkadaş bu cenazeyi birlikte yıkadık ve resmi olarak teslim aldıktan sonra uygun görülen yere defnettik
Alıntı