Tarih Tarihimizde Elçilerin Konumu ve Karıştıkları Bazı Önemli Vukuatlar

Eylül Başak

Administrator
Yönetici
Adminiçe
31 Mar 2020
18,178
86,138
Tarihimizde elçilerin konumu ve karıştıkları bazı önemli vukuatlar
Tarihimizde elçilerin konumu ve karıştıkları bazı önemli vukuatlar
Osmanlı’dan beri yabancı ülkelerin elçileri ve diplomatları Türk yöneticileri nezdinde saygın bir yere sahip olmuştur. Türklerin Batı ile kurduğu münasebette en belirleyici aktörler büyükelçiler ve konsoloslardı

Osman Kavala, halkın hakkında az şey bildiği ama çokça konuştuğu bir isim. Ancak Kavala hakkında tek konuşan Türk halkı değil. Uluslararası kamuoyunun da gündeminden düşmeyen bir figür.
Öyle ki on ülkenin büyükelçileri bir araya gelerek kendisinin bir an evvel serbest bırakılmasını isteyen bir bildiri yayımladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ise bu talebe tepkisi sert oldu. Elçileri, Türk adaletine müdahale etmekle itham ederek bildiriye imza atan elçilerin ‘Persona non grata’ (istenmeyen kişi) ilan edileceğini belirtti.
Kısa sürede muhalefet liderleri itiraz etti ve “bunun tarihteki en büyük diplomasi krizi olacağını” beyan ettiler. Bilhassa Osmanlı’dan beri yabancı ülkelerin elçileri ve diplomatları Türk yöneticileri nezdinde saygın bir yere sahip olmuştur.
Batı ile modern diplomatik münasebetimiz Yirmisekiz Mehmet Çelebi ile başladı denilebilir.
Elbette yabancı ülkelerin elçileri İstanbul’da bulunuyordu; ama Osmanlı ilk defa Batı’yı merak ederek bir memur gönderiyordu.
Tanpınar bunu Batı karşısında artık geriye düştüğümüzü iyiden iyiye kabul edişimiz olarak resmedecekti:

Batılı halk için de bir Türk sefirini, geçici bir görev için de olsa yakından görmek nümayiş vesilesi olmuştu.
Türk sefiri Çelebi, Batılılar tarafından öylesine merak ediliyordu ki geçtiği beldelerde halk onu görmek için birbirini eziyordu.
Hatta bu taşkınlıkta ölenler dahi oluyordu;
"Biz kanal yoluyla gelirken halkın bizi görme arzusu o derecedeydi ki dörder beşer saatlik yerlerden gelip nehrin kıyısından bizi seyrederlerdi ve birbirlerinin önüne geçebilmek için itişip kakışırken suya düşerlerdi. Hatta Beziers namındaki şehre geldiğimizde kıyıdaki halk öyle kalabalıkmış ki askerler men ederken geri gidecek yer bulamamışlar. Bir asker birini süngüsüyle dürtmüş, herif ölünce kardeşi feryat ederek hamle ettiğinden asker onu da vurup yaralamış, o gece o da ölmüş."

1793 yılında, III. Selim tarafından Londra’ya gönderilen Yusuf Agâh Efendi ile diplomatik ilişkilerimiz Batı ile en üst seviyeye çıkartılmıştı.
1867 tarihine geldiğimizde ise Batı ile ilişkileri daha da güçlendirmek isteyen Sultan Abdülaziz, Avrupa’nın önemli başkentlerine ziyarette bulunacaktı.
Tam anlamıyla bir diplomasi zarafeti olan bu seyahate genç şehzade İkinci Abdülhamid de katılmıştı.
Velhasıl, Osmanlı’nın Batı ile kurduğu güçlü diplomasi bu gelişmelerle daha da perçinlenmişti.
Belirleyici aktörler: Elçiler ve konsoloslar
Türklerin Batı ile kurduğu münasebette en belirleyici aktörler büyükelçiler ve konsoloslar olacaktı.
Bu isimlerin tamamı için tu kaka veya ajan demek son derece yanlış olacaktır.
Elçiler her ne kadar devletlerinin resmi politikalarını temsil ediyor ve uyguluyorsa da şahsi özellikleri siyaseten son derece belirleyici oluyordu.
Bu sebeple başta Sultan’ın kendisi ve önemli devlet adamları elçilerle yakın münasebet kurmaya dikkat ediyordu.
Bu siyasette en münbit şahsiyet hiç kuşkusuz Sultan Abdülhamid idi.
Birçok Avrupalı büyükelçi ile yakın münasebeti vardı ve siyaseten bunun avantajlarından da son derece yararlanmıştı.
Örneğin ABD Büyükelçisi Lewis Wallace ile Sultan Abdülhamid’in dostluğu dillere destandı.
Öyle ki Wallace ülkesine döndüğünde büyük bir Türk muhibbi olarak bu dostluğun vefasını fazlasıyla gösterecekti.
Prof. Dr. İbrahim Kalın, bu dostluğun siyasi artılarını şöyle aktaracaktır:
“Wallace’ın Abdülhamid’e olan minnet borcunu ödemesinin ikinci safhasını, Amerika’da yaptığı çeşitli konuşmalarda görüyoruz. Amerikan misyonerlerinin Türkiye’deki faaliyetlerinin ve hassaten Ermeni meselesinin Amerikan kamuoyunun gündeminde olduğu 1890’lı yıllarda Wallace çeşitli konuşma ve beyanatlarında soykırım iddialarının asılsız olduğunu söyler ve Osmanlı Sultanı’nın ‘asil, kibar, nazik, düşünceli ve saygıdeğer bir yönetici’ olduğunda ısrar eder.
New York Times gazetesinin 2 Haziran 1895 tarihli nüshasında çıkan bir haberde (s.4), Wallace’ın ‘Osmanlı müdafaası ile Türkiye’deki misyonerlerin ve Ermenilerin baskı ve soykırım iddiaları karşılaştırılır. New York Times muhabiri ‘Şimdi kime inanmak lazım?’ diye sorar ve asıl doğru raporun, Türkiye’deki dindaşlarından geldiğini söyler.
Wallace’ın İstanbul’dayken Türkiye’deki Amerikan-Protestan misyonerleriyle belli bir ilişkisinin olduğunu biliyoruz. Fakat Wallace’ın özellikle Ermeni iddiaları karsısındaki tutumu, misyonerlerin bu faaliyetlerinden kendisinin de nispeten rahatsız olduğunu gösteriyor.
Wallace’ın Ermeni iddialarına karşı Osmanlı yönetimini savunması bu hadiseyle sınırlı değil. 1890’larin sonlarına doğru Abdülhamid’e olan yakınlığı artık alenen bilinen Wallace, yaptığı her konuşmada Ermeni dinleyiciler tarafından şiddetle tenkit edilir.
Boston Ermenileri, 20 Nisan 1900 günü ortak bir bildiriyle Wallace’ı kınar. Wallace’ın Chicago’da yaptığı bir konuşma sırasında gerginlik iyice artar ve konuşma yarım kalır.
Fakat Wallace geri adım atmaz. 21 Eylül 1900 tarihinde Washington’da yaptığı bir konuşmada Abdülhamid’i savunmaya devam eder.
‘Zannediyorum ki Türkiye’nin Sultanı’nı bütün Amerikalılardan daha iyi tanıyorum’ diye söze başlayan Wallace konuşmasına şöyle devam eder:
(Sultan) doğru bir insandır ve onun bir vaadini bir defa bile olsun yerine getirmediğini görmedim…
Türkiye’deki Hristiyanlar, Sultan’ın koruması altındadır ve O’nun koruması olmadan orada kalamazlar. Türkiye’de yaklaşık 3 milyon Yunan ve 4 milyon Ermeni Hristiyan bulunmaktadır ve Sultan onların hepsini kendi tabası addeder.
Onlar olmasa Türk devleti yıkılır, zira bu (Hristiyanlar) ticaret ehlidir. Türk, bir savaşçıdır.
Fakat yakılan tek bir Hristiyan kilisesi ve yıkılan bir misyoner evi yoktur ki Sultan onu yeniden inşa etmesin. Bunun böyle olduğunu biliyorum.
Abdülhamid bilgili bir insan ve saygın bir diplomattır. Böyle olmasa, Osmanlı İmparatorluğu şimdiye çoktan paramparça olmuştu; çünkü Avrupa’daki herkes ona karşıdır.
O, (bu Avrupa güçlerinin) birlik halinde hareket etmesine mani oluyor ve böylece tahtını muhafaza ediyor.
O, Paris’te eğitim görmüştür ve Müslüman olmasına rağmen Hristiyan düşünce ve duygulara sahiptir.
(Sultan Abdülhamid, Lew Wallace ve Bir Oryantalizm Hikâyesi – Derin Tarih)

Örnekler bununla sınırlı değildir, örneğin Austen Henry Layard’ı ve Sir Henry George Elliot’u yalnızca Britanya elçileri olarak değerlendirmek büyük bir cehalet olacaktır.
Adeta bir ahlak abidesi gibi hareket eden bu isimler, kamuoyu önünde her daim gerçekleri konuşması Osmanlı’nın birçok krizden yara almadan çıkmasını sağlayacaktı.
Elbette siyasiler için elçilerle kurulan dostluk her zaman hayır getirmiyordu. Bunun en meşhur örneği Mahmud Nedim Paşa’ydı.
Rus elçilerine öylesine yakındı ki bir zaman sonra halk arasında kendisine ‘Nedimof Paşa’ denilmeye başlanacaktı.
Rus elçi ve diplomatlara bu denli yakın olması onu sadaretten ettiği gibi tekrar makamına iade edilmesine de vesile olacak yegâne gerekçeydi.
Nedim Paşa halkın Ruslara olan kininden olsa gerek hiçbir zaman tam anlamıyla sevilmedi.
Konsolosların karıştığı en büyük vukuat: Selanik Olayı
Elçiler devlet nezdinde her daim el üstünde tutuldu; ama bu durum halk için her zaman böyle olmadı.
Bunun da en acı örneği Selanik Olayı’dır.
5 Mayıs 1876 tarihinde Türk askerinin yanında bir Müslüman kızı feracesi yırtılarak üstelik Amerika Birleşik Devletleri’nin konsolosu tarafından kaçırıldı.
İddiaya göre kız zorla Müslüman yapılmış bir Hıristiyan’dı.
Müslüman ahali ise kızın biran evvel teslim edilmesi için Selanik’te toplanmış ve Selimpaşa Camisi’ni protestoların merkezi haline getirmişti.
Olaylar giderek daha karmaşık hale geldiği bir sırada hiç beklenmeyen bir gelişme yaşandı.
Almanya ve Fransa’nın konsolosları Jules Moulin ve Eric Abbott öfkeli kalabalığın bulunduğu Selimpaşa Camisi’ne geldiler.
Bu iki konsolos Türk yetkililere hiçbir bilgi vermeden ve herhangi bir güvenlik önlemi alınmadan biranda öfkeli kalabalığın arasına daldı.
Selanik Valisi Refet Paşa, haberi aldığında iş işten çoktan geçmişti.
Derhal Osmanlı donanmasına haber verilerek takviye birlik istendiyse de iki konsolos öfkeli kalabalık tarafından linç edilerek öldürüldü.
Krizi çözmek isteyen hükümet apar topar 12 masum Türk’ü suçlu diye katletti.
Siyasetin, diplomasinin ve adaletin iç içe girdiği bu tuhaf hadise Sultan Abdülaziz’in halk arasındaki itibarını büyük oranda kaybetmesine neden oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikası
Son tahlilde Cumhurbaşkanı Erdoğan, tarihi izlerin mukadderatına uygun bir adım atmış olabilir.
Yani elçileri ‘Persona non grata’ ilan ederek meseleyi kişilerin şahsına indirdi.
Doğrudan devletlerle bağı koparmak ya da kavga etmek yerine elçilerin şahsından meseleyi ele aldı.
Tarihi iyi okuyanlar için son derece zekice bir adım olabilir, elbette bu siyaseten tartışmalı bir karar.
Türk diplomasi geleneğinde böylesi radikal kararlar yok denecek kadar az olsa da beklenmeyen sonuçlar da doğurabilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
 

Son mesajlar

Cevaplar
2K
Görüntüleme
59K