Evliliğin aşkı öldürmesinin yahut içten içe kemirmesinin kötülüğü üzerine konuşup duruyoruz her fırsatta. Hatta ölen aşkımızın ardından içten içe hayıflanıyoruz. Yıllar geçtikçe mutsuzlaşıyor, evliliğimizin ilk anlarında yaşadığımız haz ve heyecanı bulamamaktan dolayı karamsarlığa düşüyoruz.
Tüm dünyaya paralel olarak ülkemizde de boşanma rakamları hızla ivme kazanıyor. Liseli genç formatında sunulan romantik ilişki biçimleri, dizi ve filmler aracılığıyla “mutlu evliliğin hakikatiymişçesine” servis ediliyor.
Evlenebilmek için çok büyük aşklar bekleyen bekarlarla, evliliği devam ettirebilmek için eksilmeyen aşklar uman evliler, en nihayetinde aynı çıkmazda birleşiyor.
Oysa aşk bir görme kusurudur ve evlilik gibi en güçlü dayanağı “akıl, mantık, duyguları yönetme, sevgi ve saygı” gibi değerler olan bir müessesenin, zamanla düşmanı haline gelebilir.
Aşk, hayal ettiğimizle gerçek arasındaki farkı, fark edinceye kadar geçen bir zaman dilimi.
“Aşık olduğum adam/kadın çok harika biri, hayatın bütün anlamları onda birleşiyor, aklımdan geçiremediğim kadar muhteşem özelliklere sahip” diyerek bütün hayallerimizi ve beklentilerimizi üzerine yüklediğimiz kişiyi, “olduğu haliyle” ancak evlilikte görebiliyoruz. Ve işte gerçeği görmemize yarayan o gözlüğü takmamız, aşkın katline hüküm vermekle aynı şey oluyor.
Aşkta çokça heyecan var; kalp çarpması, el titremesi, dil sürçmesi, yüksek hazlar, baş döndüren mutluluklar, bitmez coşkular, arzular, şehvetler.. Ve düşüncesizlikler, kırılganlıklar..
Evlilikte ise, çokça sevgi ve saygı var; olduğu gibi kabullenme, duyguları mantığın izine tabii kılma, huzur, dinginlik, güven, sadakat, vefa, mutmain olma, şefkat ve merhamet..
Bütün bunlar “heyecan, coşku, haz” gibi duyguların evlilikte hiç olmadığı anlamında değil ama ana faktör duyguların bunlar olmadığına işaret.
Aşk sarhoşluğu ile başlayan ilişkilerin sevme nedeni Çünkü’ye dayanıyor. “Çünkü çok güzel/yakışıklı. Çünkü çok zarif, kibar. Çünkü tam hayalimdeki gibi.”
Duygunun eşlik etmediği mantık merkezli ilişkilerin sevme nedeni ise Eğer’e dayanıyor. “Eğer güzel/yakışıklı olmaya devam ederse. Eğer isteklerimi yerine getirirse.”
Sevgi ve mantığın el birliği ile başlayan ilişkilerin sevme amacı ise Rağmen’e dayanıyor. “Güzel/yakışıklı olmamasına rağmen. Geçen yılların ardından değişmesine rağmen. Bazı özelliklerini beğenmememe rağmen.”
Konuyla ilgili Psikiyatrist Mehmet Zihni Sungur’un bir programda anlatmış olduğu çok sevdiğim bir hatırasını aktarmak istiyorum:
“..Evlilikle ilgili düşüncelerimin olumsuz olduğu bir dönemde, bir çiftle tanıştırıldım. Evliliklerinin 50. Yılını kutluyorlardı. Bir arkadaşımın vesilesiyle kutlama partisine ben de katıldım. Yaşlı bir adam ve bir kadın. Müthiş eğleniyorlar, gayet keyifliler.
Ama ikisi sürekli yapışık değiller. Biri gidiyor, bir arkadaşıyla sohbet ediyor, öbürü bir başkasının yanına gidiyor. Birbirlerinin yanından geçerken nazikçe dokunuyorlar.
Sonra gecenin sonunda bu muhteşem çiftin hanım olanının yanına düştüm ve klasik soruyu sordum:
-Nedir bu sır? Nasıl oluyor da 50 yılın sonunda hala böyle keyifli, mutlu, aşık ve büyük bir sevgiyle bir arada bulunabiliyorsunuz? Dedi ki:
-Ben beş tane adamla evlendim. Ben:
-Nasıl yani, bu sizin beşinci eşiniz mi? dedim şaşkınlıkla. Kadın:
-Hayır, dedi. Eşlerimin hepsi aynı soyadını taşıyordu.
-Biraz daha açar mısınız, anlayamadım, dedim. Şöyle anlattı:
-İlk evlendiğim adam, çok hoş, yakışıklı, hırslı, amaçları olan, genç, çok tatlı ve çekici bir insandı. Ona kapıldım ve onu sevdim.
Evlendikten kısa bir süre sonra işkolik oldu. Bu adamı sevmek çok zordu. Ama uğraştım ve işkolik haliyle de sevmeyi becerdim.
Sonra siz gençlerin “orta yaş krizi” dediğiniz bir dönemden geçti. Sanki bir tren kaçıyor ve eşim de o treni yakalamak zorunda gibi hisseden ve hep koşturan bir adam oldu. Hakkında bazı olumsuz düşüncelerim olmasına rağmen onu da sevdim.
Sonra o karizmatik adam emekli oldu. “Onu niye oraya koyuyorsun, bunu neden böyle yapıyorsun” diye her şeye karışan, akşama kadar vıdı vıdı konuşan bir adam oldu. Bu adamı da sevdim.
Bak, karşıdan gelen şu cildi ve derisi kemiklerinden süzülmüş olan adama. Bu adam, ilk evlendiğim adam değil. Ben aynı adamın beş ayrı halini sevdim. Ateşini de külünü de közünü de.”
Velhasıl aşk ölsün dostlar, üzülmeyelim.
Tıpkı ecdadın ölülerini evlerinin yanı başına defnettikleri gibi, evimizin, yüreğimizin bir kenarına iliştirelim aşkı.
O bir duraktı; inandığımız, yaşadığımız ve bize çok değerli duygular katan bir halimizdi. Aşkın bir üst kademesi olan sevgiye, saygıya, vefaya geçemediğimiz takdirde, hissettiğimiz o güzel aşk içimizde çürümeye ve evliliğimizi çürütmeye mahkum.
“Eşime karşı eskiden olduğu gibi heyecan duymuyorum. Sevgim azaldı. Benim için artık hiç cazip/çekici değil. Daha önce fark etmediğim huylar edindi. Değişti, bambaşka bir kişi oldu” söylemleriyle (ciddi bir sorun olmadığı halde) bir evliliği sonlandırmak kadar ilkesiz bir şey olabilir mi?
Hepimiz değişiyoruz, farklılaşıyoruz, yakınlığın ve sürekli beraberliğin doğal getirisi olarak kusurlarımızı saklanamaz bir halde yaşıyoruz.
Gerçek erdem, bütün bunlara rağmen sevmeye, vefa göstermeye, çaba göstermeye, yıkılan yerleri tamir etmeye, kırılan gönülleri mamur etmeye devam etmek değil midir?
En yüce Varlığı, eşyayı, insanı, kainattaki yerimizi, kendimizi, bir kaplumbağanın hışırtısını, bir akar suyun şırıltısını, bir yağmur damlasının güzelliğini vs. sevebilme kabiliyetimiz varsa eğer, eşimizi sevmeye devam etme ve onu olduğu gibi kabullenme kabiliyetimizi de küçümsememeliyiz.
Gerçek erdemin peşinde olmak duasıyla,
Aşkın hürmetine sevgiyle kalalım..
Ummu Reyhane
Tüm dünyaya paralel olarak ülkemizde de boşanma rakamları hızla ivme kazanıyor. Liseli genç formatında sunulan romantik ilişki biçimleri, dizi ve filmler aracılığıyla “mutlu evliliğin hakikatiymişçesine” servis ediliyor.
Evlenebilmek için çok büyük aşklar bekleyen bekarlarla, evliliği devam ettirebilmek için eksilmeyen aşklar uman evliler, en nihayetinde aynı çıkmazda birleşiyor.
Oysa aşk bir görme kusurudur ve evlilik gibi en güçlü dayanağı “akıl, mantık, duyguları yönetme, sevgi ve saygı” gibi değerler olan bir müessesenin, zamanla düşmanı haline gelebilir.
Aşk, hayal ettiğimizle gerçek arasındaki farkı, fark edinceye kadar geçen bir zaman dilimi.
“Aşık olduğum adam/kadın çok harika biri, hayatın bütün anlamları onda birleşiyor, aklımdan geçiremediğim kadar muhteşem özelliklere sahip” diyerek bütün hayallerimizi ve beklentilerimizi üzerine yüklediğimiz kişiyi, “olduğu haliyle” ancak evlilikte görebiliyoruz. Ve işte gerçeği görmemize yarayan o gözlüğü takmamız, aşkın katline hüküm vermekle aynı şey oluyor.
Aşkta çokça heyecan var; kalp çarpması, el titremesi, dil sürçmesi, yüksek hazlar, baş döndüren mutluluklar, bitmez coşkular, arzular, şehvetler.. Ve düşüncesizlikler, kırılganlıklar..
Evlilikte ise, çokça sevgi ve saygı var; olduğu gibi kabullenme, duyguları mantığın izine tabii kılma, huzur, dinginlik, güven, sadakat, vefa, mutmain olma, şefkat ve merhamet..
Bütün bunlar “heyecan, coşku, haz” gibi duyguların evlilikte hiç olmadığı anlamında değil ama ana faktör duyguların bunlar olmadığına işaret.
Aşk sarhoşluğu ile başlayan ilişkilerin sevme nedeni Çünkü’ye dayanıyor. “Çünkü çok güzel/yakışıklı. Çünkü çok zarif, kibar. Çünkü tam hayalimdeki gibi.”
Duygunun eşlik etmediği mantık merkezli ilişkilerin sevme nedeni ise Eğer’e dayanıyor. “Eğer güzel/yakışıklı olmaya devam ederse. Eğer isteklerimi yerine getirirse.”
Sevgi ve mantığın el birliği ile başlayan ilişkilerin sevme amacı ise Rağmen’e dayanıyor. “Güzel/yakışıklı olmamasına rağmen. Geçen yılların ardından değişmesine rağmen. Bazı özelliklerini beğenmememe rağmen.”
Konuyla ilgili Psikiyatrist Mehmet Zihni Sungur’un bir programda anlatmış olduğu çok sevdiğim bir hatırasını aktarmak istiyorum:
“..Evlilikle ilgili düşüncelerimin olumsuz olduğu bir dönemde, bir çiftle tanıştırıldım. Evliliklerinin 50. Yılını kutluyorlardı. Bir arkadaşımın vesilesiyle kutlama partisine ben de katıldım. Yaşlı bir adam ve bir kadın. Müthiş eğleniyorlar, gayet keyifliler.
Ama ikisi sürekli yapışık değiller. Biri gidiyor, bir arkadaşıyla sohbet ediyor, öbürü bir başkasının yanına gidiyor. Birbirlerinin yanından geçerken nazikçe dokunuyorlar.
Sonra gecenin sonunda bu muhteşem çiftin hanım olanının yanına düştüm ve klasik soruyu sordum:
-Nedir bu sır? Nasıl oluyor da 50 yılın sonunda hala böyle keyifli, mutlu, aşık ve büyük bir sevgiyle bir arada bulunabiliyorsunuz? Dedi ki:
-Ben beş tane adamla evlendim. Ben:
-Nasıl yani, bu sizin beşinci eşiniz mi? dedim şaşkınlıkla. Kadın:
-Hayır, dedi. Eşlerimin hepsi aynı soyadını taşıyordu.
-Biraz daha açar mısınız, anlayamadım, dedim. Şöyle anlattı:
-İlk evlendiğim adam, çok hoş, yakışıklı, hırslı, amaçları olan, genç, çok tatlı ve çekici bir insandı. Ona kapıldım ve onu sevdim.
Evlendikten kısa bir süre sonra işkolik oldu. Bu adamı sevmek çok zordu. Ama uğraştım ve işkolik haliyle de sevmeyi becerdim.
Sonra siz gençlerin “orta yaş krizi” dediğiniz bir dönemden geçti. Sanki bir tren kaçıyor ve eşim de o treni yakalamak zorunda gibi hisseden ve hep koşturan bir adam oldu. Hakkında bazı olumsuz düşüncelerim olmasına rağmen onu da sevdim.
Sonra o karizmatik adam emekli oldu. “Onu niye oraya koyuyorsun, bunu neden böyle yapıyorsun” diye her şeye karışan, akşama kadar vıdı vıdı konuşan bir adam oldu. Bu adamı da sevdim.
Bak, karşıdan gelen şu cildi ve derisi kemiklerinden süzülmüş olan adama. Bu adam, ilk evlendiğim adam değil. Ben aynı adamın beş ayrı halini sevdim. Ateşini de külünü de közünü de.”
Velhasıl aşk ölsün dostlar, üzülmeyelim.
Tıpkı ecdadın ölülerini evlerinin yanı başına defnettikleri gibi, evimizin, yüreğimizin bir kenarına iliştirelim aşkı.
O bir duraktı; inandığımız, yaşadığımız ve bize çok değerli duygular katan bir halimizdi. Aşkın bir üst kademesi olan sevgiye, saygıya, vefaya geçemediğimiz takdirde, hissettiğimiz o güzel aşk içimizde çürümeye ve evliliğimizi çürütmeye mahkum.
“Eşime karşı eskiden olduğu gibi heyecan duymuyorum. Sevgim azaldı. Benim için artık hiç cazip/çekici değil. Daha önce fark etmediğim huylar edindi. Değişti, bambaşka bir kişi oldu” söylemleriyle (ciddi bir sorun olmadığı halde) bir evliliği sonlandırmak kadar ilkesiz bir şey olabilir mi?
Hepimiz değişiyoruz, farklılaşıyoruz, yakınlığın ve sürekli beraberliğin doğal getirisi olarak kusurlarımızı saklanamaz bir halde yaşıyoruz.
Gerçek erdem, bütün bunlara rağmen sevmeye, vefa göstermeye, çaba göstermeye, yıkılan yerleri tamir etmeye, kırılan gönülleri mamur etmeye devam etmek değil midir?
En yüce Varlığı, eşyayı, insanı, kainattaki yerimizi, kendimizi, bir kaplumbağanın hışırtısını, bir akar suyun şırıltısını, bir yağmur damlasının güzelliğini vs. sevebilme kabiliyetimiz varsa eğer, eşimizi sevmeye devam etme ve onu olduğu gibi kabullenme kabiliyetimizi de küçümsememeliyiz.
Gerçek erdemin peşinde olmak duasıyla,
Aşkın hürmetine sevgiyle kalalım..
Ummu Reyhane